Yarası olanı dinlemek, onun derdine ortak olmak çok büyük bir marifettir. Can kulağı ile dinlediğini hissettirdin mi o zaman gör ki karşındaki insanın gözlerinde nasıl bir mutluluk parıltısı ortaya çıkacak. Özellikle araya uçurumların girmeye başladığı şu son zamanlarda, ülkemizde insanların birbirini dinlemeye çok ihtiyacı var diye düşünüyorum.

Geçenlerde rengi solmuş, üstü hasırlı eski iskemleye karşılıklı oturmuş biri yaşlı, öteki ondan daha genç iki adamın muhabbetine dâhil oldum. Ortama yaydıkları ışığa kapıldım. Mütevazı ve edep kokan bir muhabbet vardı. Geçmişe duyulan hasret ile başlamış, bugüne dair sitemle devam etmiş ve böyle giderse geleceğe dair umutlarının olmadığını konuşmuşlardı.

Hayran hayran dinlediğim bu insanların tespitleri, anlattıkları kıssaları tek tek zihnime nakşettim.

Saadet asrından örnekler verdiği, bugün ülkemizde ve dünyada yaygın olan ırkçılığın, ayrımcılığın, kin ve nefretin, sevgisizliğin, çekememezliğin geçmişi ile başlamış, Habil ve Kabil’den başlayarak çeşitli isimler zikretmişti. Ve bu tehlikeli hastalıklılara da güzel bir teşhis koymuş, reçetesini de yazmıştı. Şöyle dedi: “Allah’ın ipine sımsıkı sarılmadan olmaz efendim!”

Çayını itina ile yudumladıktan sonra, titreyen şehadet parmağı ile uzakları gösterir gibi bir işaret yaptı ve şöyle devam etti:

“Daha dün Osmanlı diye şanlı bir medeniyet vardı, hey gidi gözünü sevdiğim Osmanlı… Sen ne şanlı bir medeniyettin ki asırları devirdin… Şimdi ise sana yabancı torunlarını gördükçe ah vah ediyorum… İstanbul’u daha çiçeği burnunda bir komutan olarak fethedip, sonra Aysofya’nın içinde kendilerini asıp kesecek, yerinden yurdundan edecek bir komutan gelecek diye korku ile toplanan Hristiyan ahaliye şöyle seslenmişti: “Korkmayın, memaliğimizde huzur içinde yaşayacaksınız, kimseye zarar ziyan verilmeyecektir!”

Acaba Fatih, şimdi başını o nur içinde yattığı yerden çıkarıp, etrafına bir baksa ne diyecekti?

Asırlar sonra gelip tahta oturan Sultan Mahmut ise ne güzel buyurmuştu: “Ben tebaamdaki Müslümanları camide, Hristiyanları kilisede, Yahudileri ise havrada görmek isterim…”

Acaba diyorum: Şimdi Sultan Mahmut halimizi görse ne düşünürdü?

“Anlayışın, karşılıklı saygı ve sevginin hâkim olduğu o arnavut kaldırımlı sokaklarda bulunan ve bazı pencerelerde farklı renkte çiçek bulundu mu o evde ya yaşlı bir insanın ya da bir hastanın olduğunu ifade eden ve bu durumu gören sokak satıcılarının oradan geçerken avaz avaz bağırmak yerine sessiz ve sakin geçişi… Muazzam efendim muazzam…”

Acaba dedim: Şimdi o sokaktaki insanlar, satıcılar şöyle pencerelerini aralayıp öte taraftan baksa bugünkü halimize ne derlerdi?

Söz dönüp dolaşıp bugüne gelince yüzü asılmış, o ihtiyar bedeni gerilmiş, canı sıkılmıştı. Karşısındaki edeple sözünü kesmeden hayran hayran dinliyor ve arada onu onayladığını gösteren hareketlerde bulunuyordu. Efendim, dedi:

“Şimdilerde mevsimlerimiz çok sıcak ama insanlarımız birbirine çok soğuk… İmkânlarımız fevkalade, bizim günlerce gittiğimiz yere şimdi otomobil ile çok kısa sürede gidiliyor lakin nedense gönül mesafeleri gittikçe açılıyor… Eskiden az insan vardı, hal hatır sorulurdu, sokakta geçince selamlaşılırdı, ne bileyim biz çok yakın olurduk herkesle, hatta hiçbiri ile akraba bile değildik ama şimdi akrabalıklar bile yakınlıktan uzak…”

Hayranlıkla o yaşlıyı dinleyince zamanın ne kadarda çabuk geçtiğini fark etmemiştim. Yetişmem gereken bir programıma gitmeye yeltenirken, o yaşlı ihtiyarın ağzından çıkan son cümle beni çok etkilemiş, adeta beni yeniden kendime getirmişti. Sonra da neden geleceğe de umutsuz baktığını çok iyi anlamıştım. Beni sarsan o son cümle ise aynen şöyleydi:
“Dünya kokuyoruz efendim dünya..!”