Tarihteki ilk anneler günü kutlamaları, Antik Yunan’da, tanrıların anası Rhea onuruna düzenlenen bahar kutlamalarına dayandırılabilir. 1600’lerin İngiltere’sinde “Anneler Pazarı” kutlanırdı.

Hıristiyanlığın Avrupa’da yaygınlaşmasıyla kutlama biçim değiştirerek “Kilise Ana” kutlamasına dönüştü. Kendilerine hayat veren ve kötülüklerden koruyan gücün “Kilise Ana” olduğuna inanılırdı. Zamanla kilise festivali ile “Anneler Pazarı” kutlamaları karıştı ve insanlar, kiliseyle birlikte annelerine de şükranlarını sunar oldular.

ABD’de Anneler Günü ilk defa 1872’de Julia Ward Howe tarafından, barışa adanan bir gün olarak önerildi. Bayan Howe her yıl Boston’da Anneler Günü kutlamaları organize etti.

1907 yılında Philadelphia’da Ana Jarvis adında bir kadın, ulusal bir Anneler Günü için kampanya başlattı. Bayan Jarvis, West Virginia eyaletinde annesinin bağlı olduğu kiliseyi, annesinin vefatının ikinci yıldönümü olan mayısın ikinci pazarında, Anneler Günü’nü kutlamaya ikna etti. Ertesi yıl Anneler Günü, bütün Philadelphia’da kutlanmaya başladı.

Bayan Jarvis ve onu destekleyenler bakanlara, iş adamlarına ve politikacılara, ulusal bir Anneler Günü ilan edilmesi için dilekçeler yazmaya başladılar. 1911’de arzuları gerçekleşti ve Anneler Günü tüm eyaletlerde kutlanır oldu. Başkan Woodrow Wilson, 1914’te resmi bir açıklama ile Anneler Günü’nü ulusal tatil ilan etti. Böylece Anneler Günü’nün, her yıl mayısın ikinci pazarında kutlanmasına karar verilmiş oldu.

Evet, gerçekten bir ironi olarak tam da özellikle kadına karşı şiddetin dozunu artırdığı şu dönemde, bu günü idrak etmek gerçekten manidardır. Yine büyük bir çelişki olarak, dinimizin kadına hassas davranılması noktasında yaklaşımı çok açık ve net iken, bu dine mensup bazı densizlerin kadına her türlü kötü muamele ve şiddeti reva görmesi akıl alacak gibi değildir.

Bu ne yaman çelişkidir ki, Muhammedî İslam’ın kadını Allah’ın bir emaneti ve cenneti ayaklarının altına serdiği bir değerli varlık olarak göstermesine karşın, İslam öncesi cahili adetleri aratırcasına kadına en büyük kabalık, hakaret ve barbalığı yapanlar da ne yazık ki bazı Müslümanlardır.

Dünyada kadınlara hak ve özgürlüklerin tanındığı yıllardan tam 12 asır öncesinde İslam, bütün ayrımcı ve imtiyazcı yaklaşımlara son verirken, kadın ve erkeğin eşit ve birbirinin tamamlayıcısı olduğunu ilan etmiştir.

Ve yine bu dinin Yüce Kitabı Kur’an, bir sûresine  “Nisa” yani “Kadınlar” adını vererek onun haklarından söz etmiştir. Aynı zamanda geçmiş kavimlerden bahsederken, Hz. Asiye, Hz. Meryem gibi iffetli ve abidevî kadın şahsiyetlerin hayat hikâyelerine göndermede bulunmuştur.

Yine cahiliye döneminde kadınların bir eşya gibi alınıp satıldığı, şeytani varlıklar olarak uğursuzluk getirdiklerine inanılarak kız çocuklarının diri diri toprağa verildiği günlerde Allah Resulü, eşine ve çocuklarına son derece sadakat gösterip, çocukları arasında asla bir ayırama gitmemiştir.

Anneler gününde, bizim kendileriyle iftihar edeceğimiz analarımızı gündeme getirmek boynumuzun borcudur: Onların en başında gelen Hatice validemizi hatırlıyoruz ki, sevgili peygamberimizin en sıkıntılı dönemlerinde hep yanında destekçisi olmuş, malını ve servetini onun davası uğruna tüketmiştir. Onu Hatice-i Kübra yapan bu asil ruh, Fatımatü’z Zehra anamızı doğurmuş ve Ehl-i Beytin saadetli yuvasını kurdurmuştur.

Babasının annesi diye hitap ettiği sevgili kızına çok düşkün olan Hz. Muhammed, kızı yanına geldiğinde ayağa kalkmış; bir sefere çıkarken en son onunla görüşüp sefer dönüşünde ilk önce ona uğramıştır. Ehl-i Beyt’in dişi kuşu Fatıma validemiz, sevgili kocası Hz. Ali’ye karşı son derece nazik davrandığı gibi, damad-ı nebi Hz. Ali de kendisine karşı son derece kibar ve centilmence davranmıştır.

Ümmete rol/model bir aile hüviyetinde yaşayan Ehl-i Beyt’in evinde asla bir şiddet ve kabalık söz konusu olmamıştır. Ufak tefek bazı kırılganlıklar söz konusu olsa da bunlardan hemen dönülerek adalet ve merhametten uzaklaşılmamıştır.

Bugün, bu güzel haslet ve özelliklerden uzaklaşıp, pragmatik dünyanın esareti altındaki bir bakış açısıyla kadın, kendisine cinsel bir obje gözüyle bakılan bir nesne haline getirilmiştir. Sanat ve moda adı altında kadının alabildiğince açılıp saçıldığı, reklâm pastasından pay kapabilme adına kadına oldukça cömert pozların verdirildiği bir dünyadan Müslümanların da etkilendiği aşikârdır. Bu noktada bizi biz yapan kadim değerlerimize ve özümüze dönmenin vakti çoktan gelmiş ve geçmektedir.

Öte yandan kadın-erkek eşitliği bahane edilerek mizacıyla uyuşmayan, yükünü ağırlaştırıp psikolojik olarak ezilen işlerde çalıştırılan kadınların dramı da ayrı bir bahis konusudur. Her alanda erkeğin rakibi ve alternatifi gibi sunulan, ağır çalışma koşulları nedeniyle yuvasından koparılıp yaratılışıyla ters düşürülen kadınların çilesi ortadadır.

Dünya saltanatının baş döndürdüğü Emevî saraylarına esir olarak getirilen Zeynep Ana’nın o asil çıkışı ve peygamber torununun katili Yezit’e meydan okuyuşu hala kulaklarımızda yankılanmaktadır.

Zillet içinde yaşamaktansa izzetli bir ölümü tercih eden Ehl-i Beyt kadınlarının giyimi, kuşamı, tavrı ve davranışı ortada iken, bugün modernite adına kadının düşürüldüğü konum gerçekten içler acısıdır.

Pembe dizilerle hayal âleminde gezdirilen yavrularımızın, evlendikten sonra gerçeklerle yüzleşip hayal kırıklığına uğratılması, boşanmaların en büyük nedenlerindendir. Gerçek ise, yalnız ten güzelliği değil aynı zamanda saygı, sevgi, sadakat, hoşgörü ve paylaşım gibi ruh güzellikleridir.

Bu güzellikler, bizim kadim tarihimizde yer aldığı gibi hala Anadolu’muzun her karış toprağını bir dantel gibi işlemektedir. Bu kültürde kadın, yuvasını yapan dişi kuş olarak her zaman beyinin yanında yer alan, çocuklarının mürebbisi, şefkat dağıtıcısıdır. O yüzden “ana gibi yar olmaz” derler.

Ana yardır, yardımcıdır. Ana, Yüce Allah’ın mübarek “Rahim” isminin kendisinde tecelli ettiği melek misali bir mahlûktur. Analık, fedakârlığın zirve noktasıdır. Riyasız, hesapsız ve koşulsuz sevginin tek adresi odur ki, “ağlarsa ana ağlar, gerisi yalan ağlar.” demişlerdir.

Maişet derdiyle çalışmak zorunda kalmış kadınımız, kendisine yakışan işlerde çalışır, helalinden kazanıp yuvaya katkı sağlar. Ama asla eşini ve çocuklarını ihmal etmez, namerde muhtaç bırakmaz.

Kim demiş kadın çalışmaz; kadından yönetici olmaz, âlim olmaz, bilim insanı olmaz diye. Tarihimiz bu tezi çürütür nitelikte, hayata yön veren kadınlarımızın örnekleriyle doludur. Hz. Fatımalar, Rabiatü’l Adeviyeler, Mama Hatunlar, Nene Hatunlar bunların en bilinenleridir. Yine Anadolu’yu diyar-ı İslam yapan Bâcıyan-ı Rum teşkilatının kadın neferlerini de hatırlamak gerekir.

Kökleri mazide, dalları âtide (gelecekte) olan bu milletin çöküşü aileden başladığı gibi, çıkışı da yine aile ve onun şefkat pınarı kadınla sağlanacaktır. Bu da, “kadın-erkek çocuklarınızı okutun” fermanınca kız çocuklarının da okutulup iyi bir eş, iyi bir vatandaş ve daha dünyada iken cennet rayihaları saçan “sâliha” bir kul olma bilinciyle sağlanabilecektir.

Kadına, erkeği tamamlayan Allah’ın yarattığı bir insan olarak bakılan, dişiliğiyle değil kişiliğiyle takdim edilen, naif ve ince yaratılışıyla hayata anlam katan, gerçek değerinin verildiği anneler gününe kavuşmak ümit ve temennisiyle…