Dünya üzerinde tarih boyunca yaşananlar gösterdi ki, hiçbir ideoloji, izmler, doktrinler insanları, toplumları milletleri bir arada tutmaya muktedir olamadı.

            Vaat edilen tüm tumturaklı sözler istisnasız, vicdanlarda makes bulmadı. Toplumun tüm kesimlerini kucaklaması ve insan fıtratına müspet yönde etkisi olmadığından sonuç hep hüsran, hep huzursuzluk acı ve gözyaşı oldu.

            İdeolojiler yapıları ve kendi varlıklarını idame ettirebilme adına fertleri aynı potanın etrafında robotlaşmış insan tiplerine döndürürler. Hali ile bu o potanın etrafında pervaz eden fertler ve kitleler kendi bünyelerinde saklı olan ve bir türlü açığa çıkaramadıkları değerleri, hasletleri, geliştirip boy atacakları zeminden yoksun yaşayarak cebri bir ideolojinin kurbanları haline gelerek güdükleşirler.

            Diyalog arzusu ve keyfiyetinin oturaklaştığı toplumlarda öfkenin yerini, sükûnet, hakaretin yerini saygı alır.

            Aslında bir yönü ile adına ister empati deyin ister diyalog kurma arzusu deyin, ayrışmaları ortadan kaldıracak tılsımlı anahtardır empati ve diyalog arzusu.

            Aynı zamanda toplumsal öfkenin ve sokak hareketlerinin de önüne geçecek regülatör görevini görür empati ve diyalog.

            Yardımlaşma, tanışıp kaynaşma zemini oluştuğunda anlama ve anlaşılma zemini de hâsıl olur.

            Mesnevi’de ki Çinli ve Bizanslı nakış ustaları arasında cereyan eden temsili hikâye, karşısındakinin gözü ile sokağına, çevresine ve de dünyaya bakabilenlerin nasıl da büyük idealler etrafında kenetlendiğini göstermesi açısından ibretliktir:

            “Çinliler” Bizler daha mahir ressamlarız, dediler. Rum halkı da dedi ki, “Bizim maharetimiz onlardan daha üstündür.”

            Padişah, o halde sizi imtihan edeceğim, bakalım hanginiz davasında haklı göreceğiz dedi.

            Çinliler le Rum diyarı ressamlar hazırlıklara başladılar. Rum diyarı ressamları hakikaten ilimlerine daha vakıf kişilerdi.

            Çin Ressamları, bize bir oda verin, bir oda da sizin olsun dediler. Kapıları karşı karşıya iki oda vardı. Bir tanesini Çin Ressamlar aldı, diğerini de Rum Ressamlar. Çinli ler Padişahtan yüz türlü boya istediler. Padişah hazinesi açtı ve isteklerini yerine getirdi.

            Rum Ressamları ise, pas gidermekten başka ne resim işe yarar, ne boya dediler. Kapıyı kapatıp kendilerine verilen odanın duvarını cilalamaya başladılar. Duvarı öyle bir hale getirdiler ki, gök gibi berrak tertemiz… İki yüz çeşit renge boyanmaktansa renksizlik daha iyi diye düşünerek böyle bir şey yaptılar Renk bulut gibidir, renksizlik ise ay. Bulutta parlaklık ve ziya görürsen il ki yıldızdan aydan ve güneştendir parolası ile işe koyulmuşlardı.

            Çinli ressamlar nihayet işlerini bitirdiler. Hepsi de yaptıkları resmin güzelliğini son derece güvenmekteydiler. Padişah kapıdan içeri girip odadaki resimleri gördü. Hepsi akıldan,,idrakten dışarı, olağanüstü güzel şeylerdi. Ondan sonra Rum ressamların odasına gitti. Rum ressamı Çinli ressamların odasını görmeye engel olan perdeyi kaldırdı. Öbür odadaki Çinli ressamların yapmış oldukları resimler, nakışlar Rum ressamların cilaladıkları duvara öylesine yansıdı ki, orada ne varsa karşı duvarda aynısı vardı. Resimlerin duvara aksedişi adeta göz kamaştırıyordu.

            Hacer’ül Esved, asırlardan beri İslam âleminin yani Müslümanların hürmet ve tazim gösterdiği mukaddes bir taştır. Onun korunması adına tüm ihtimam gösterilmiştir. İslamiyet ten önce de bu taşın kıymeti biliniyordu. Mekke deki Arap kabilelerinin her biri ona ihtimam göstermeyi kendileri için şeref sayıyordu. Nitekim Kâbe’nin yıkılmasını önlemek için yapılan bir onarım esnasında, her kavim bir duvarın inşaatı ile meşgul idi. Sıra, Hacer’ül Esved’i duvardaki yerine yerleştirmeye sıra gelince, her biri bu şerefin kendilerini ait olmasını istiyordu.

            Aralarında nerede ise, harp çıkacaktı. Aramızdaki bu meseleyi halletmek için birini hakem yapalım fikri karşılık buldu. Buraya ilk gelen kişiyi hakem yapalım diye anlaşmaya vardılar. Biraz bekledikten sonra Efendimiz (AS) çıkageldi. Hepsi de onun gelişine sevinmişlerdi. Çünkü o, kavmi arasında emin sıfatı ile anılıyordu. Mesele ona arzedildi. Allah Resulü(AS) sırtındaki paltosunu çıkardı Hacer’ül Esved’in üzerine bıraktı. Her kavmin ileri gelenlerini paltonun uçlarından tutturarak duvarın üzerine koydurdu. Sonra mübarek eli ile yerine yerleştirdi ve büyük beklide sonu hiç hesap edilemeyecek kanlı çatışmaların önüne geçmiş oldu.

            Evet, insanı öteleyen değil önceleyen düşüncenin ve davranışın, anlayış ve kavrayışın hikâyedeki misal ve Efendimiz(AS)’ın örnek davranışının nasılda sulh’a salah’a, huzur ve sükûna anahtar olduğunu göstermesi açısından günümüz dünyasına ışık tutması gerekmez mi?

            Sünni olsun, Alevi olsun, Laz olsun, Çerkez olsun aynı yükselişe omuz verip, birbirimizin derdi ile hemhal olup, ülkemizin kalkınmasına katkı sunmak gibi ulvi ve büyük bir sorumluluk gerektiren vazifemiz var iken neden birilerinin kaşımasına, manipüle etmesine, yönlendirmesine, ayrıştırmasına ateşe koşan kelebekler gibi hücum edilir ki?

            Ülkemizi ve birbirimizi sevmekten başka bir çaremiz yoktur. Toplumumuzun doğru yöndeki en küçük bir çabası dahi, ötekileştirme, mahalle baskısı, ayrışma, kamplaşma gibi yapay ve kasıtlı söylemlerde bulunan iç ve dış mihrakların heveslerini kursaklarında bırakacaktır.