Benlik Virüsü ve Halimiz (2)
Enaniyet; bir insanın servet, makam, ilim, ibadet, soy, güzellik ve kuvvet gibi herhangi bir meziyetinden dolayı kendisini başkalarından üstün görme hastalığıdır. Hak ve hakikati kabul etmemektir. Kibir ve enaniyetin çok derecesi vardır, bazı kibir vardır ki insanı küfre dahi sürükleyebilir.
Öyle tehlikeli ve çirkin bir davranış biçimidir ki, Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’de; “Küçümseyerek insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Zira Allah, kendini beğenmiş övünüp duran kimseleri asla sevmez.” (Lokman: 18) "O halde, içinde ebedî kalacağınız cehennemin kapılarından girin! Kibirlenenlerin yeri ne kötüdür!" (Nahl: 29) “Yeryüzünde böbürlenerek dolaşma. Çünkü sen (ağırlık ve azametinle) ne yeri yarabilir ne de dağlarla ululuk yarışına girebilirsin.” (İsrâ: 37) buyurmak suretiyle kibir sahiplerinin, bencil davranışlar sergileyenlerin acınası halini haber verir.
Kibriyâ ve azamet Hakk’a yarar,
Kul olanda bu sıfatlar ne arar?
 
Bilinmelidir ki, sebebi “nefsin azgın arzuları olan her günahın affedilmesi” beklenebilir; fakat sebebi “kibir olan günahların affedilmesi” beklenemez; nitekim şeytan, kibir sebebiyle baş kaldırdığı için affedilmemiştir. Zira büyük yanlışların altında genellikle gurur yatar. Kibrin ve gururun bulunduğu kalpte de Allah korkusu hakiki anlamda bulunmaz. İnsanda kibre sebep olan şey, cehalet ve muhakeme noksanlığıdır. Allah’ın kudret ve azametini tasavvur eden bir insan, Rabbini bilen bir kimse hiç gurur ve kibir tehlikesine düşer mi?
Kendimize sormalıyız; şu anda kıyamet gününü yaşamıyor muyuz? İnsanlık giderek daha fazla çürüme, yıkım ve ölümle yüz yüze, en büyük insanlık felaketleri yayılıyor. Ahlaki, siyasi ve ekonomik boyutlarda iflas yaşanıyor. Her boyutta değerlerin ters-yüz olduğunu görüyoruz. Mezhep çatışmaları bütün kardeşlik ve mâneviyat bağlarını parça parça ediyor. İslam ülkelerinde bir bölünme, ikilik var, benlik virüsüne dûçâr olmuşuz. İnsanlar birbirlerini yok ediyorlar.
Bugün İslam âleminin en büyük eksikliklerinden birisi Hadis-i şerifte geçen; “Mümin, müminin aynasıdır” hakikatini yaşamıyor olmasıdır. Ancak birbirimize ayna olduktan sonra ilahi nur alışverişi kalpten kalbe gerçekleşebilir. İslâm dîni iki gönül arasındaki en yüksek cereyan olan karşılıksız aşkı temsil etmektedir. Ümmet-i Muhammed’e, “Mümin, müminin aynasıdır” Hadis-i Nebevîsini en yüksek bir şekilde tecrübe etme saadeti verilmiştir. Allâh’u Teâlâ, Kur’ân-ı Hakîm’de, “Kalp, gördüğünü yalanlamadı” (Necm: 11) buyurmuştur. Hz. Mevlânâ, “Suretten geçip gönlünü arıtan kişi, gayb suretlerine ayna olur. Şüphe yok, sırrımızı anlar; çünkü mümin, müminin aynasıdır. İlahi feyz nereden geliyor? Birleşmek, bütünleşmek, sevmekten geliyor. En büyük hazzı, zevki, neşeyi nerden alabiliriz? Beytullah’tan… Çünkü orası Allâh’ın evi. Orada “Mümin, müminin aynasıdır” hakikatini yaşıyoruz ve ihlas aynasının parlaklığı ilâhî sırların sonsuzluğunu birbirimize yansıtıyor” diyor.
Ayrıca, İslam âleminin başka bir önemli eksikliği de; İlâhî dostluktur, Allah’ı ve Allah’ın kemâlini yansıtamamaktır. İlâhî dostluğun olduğu yerde, kalpten kalbe yansıyan ilâhî sırların sonsuzluğunun sarhoşluğunu paylaşmak vardır. İlâhî dostluk saflaşmış kalplerden yansıyan nurun güzelliğini müşahede etmektir. Mutluluk tecrübesinin zirvesi ve mutlak mânevi başarı, Efendimiz (sav)’e biat etmiş güzide sahabelere dost olabilmektir. Böylesi yüksek bir dostluk, ruhlar âleminde yaratıcıyla tevhid halinde beraber olmak ve sürekli aracısız olarak “Evet, Sen bizim Rabbimizsin!” diyebilmektir. Böylesi bir dostluk beraber yaşayıp beraber ölmeyi, dolayısıyla birbirinin kalp acılarını paylaşmayı gerektirir. Hakiki dost odur ki, ölüm yatağına dostunun yerine yatandır. Hz Ali’nin Peygamber Efendimizi yatağında öldürmek için geleceklerini bildiği halde onun yerine yatağına girerek uyumasıdır.
Din kalpten kalbe mânâ dolu bir hayata dair tecrübî bir rabıta kurabilmek, böylece yakın dostluğun güzel kokularını duyabilmektir. Din, iyileşmenin tadını, nurlanmanın neşesini, saf kalpten yansıyan esrâr-ı ilâhînin mutluluğunu, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” hitabının mutluluğunu, ilâhî gıdaların keyfini, süt kardeşliğini, en derin düşünceleri, müşahedeye dayalı bir yakîni ve içenlerin tevhîd neşesini paylaşmak demektir. Bunları paylaşabilen bir insan velîler deryasına katılıp, “onlara korku ve hüzünlenme yoktur” un sırrını yaşar ve “Mümin, müminin aynasıdır” ve “Bütün kâinata sığmadım ama mümin kulumun kalbine sığdım”ı saadetle tecrübe eder.
Sonu gelmeyen tartışmaları artık bir kenara bırakma zamanı. Bu hal, insanlığın ebedî sıkıntısını ortaya koymaktadır. “İnananlar için hâlâ vakit gelmedi mi ki, kalbleri Allah'ın zikrine ve inen hakka saygı duysun ve bundan önce kendilerine verilmiş, sonra üzerlerinden uzun zaman geçmekle kalbleri katılaşmış, çoğu da yoldan çıkmış kimseler gibi olmasınlar?" (Hadîd: 16)
Kibri ve en’aniyeti bir kenara bırakıp, Allâh’ın (c.c.) kulları için yarattığı ve sevdirdiği rahmet ve şefkat adlı şifa kaynaklarına müracaat ederek hem kendi nefislerimizi arındırma yoluna gitmeli, hem de mü’min kardeşlerimizle aramızda bir merhamet ve samimiyet birlikteliği oluşturmalıyız. Şefkat; meselâ kanser olmuş bir hastaya, üzülmesin-psikolojisi bozulmasın diye "nezle olmuşsunuz!" demek değildir. "Fazla önemli değil, yakında geçer" demek hiç değildir. Şefkat; ruh dünyamızı tahrip eden nefsânî tümörleri görmezden gelmeyi değil, onları dikkat ve cesaretle teşhis etmeyi ve ona göre bir tedaviye girişmeyi gerektirir. Nefislerimizdeki günah hastalığına bir kanser ciddiyetiyle müdahale etmemiz ve yukarıdaki âyetin (Hadid: 16) çağrısına kulak vermemiz gerekiyor.
İnsan, kendinden sudur eden bütün meziyet ve güzelliklerin ancak, Allâh-u Azimü’ş-Şân’ın lütuf ve ihsanları olduğunu bilmekle, gurur, kibir ve benlik virüsünden kurtulabilir.
Allah (c.c.) nefislerimizi ve nesillerimizi gurur, kibir, ucb ve riyâ hastalıklarından kurtarsın ve korusun. Müslüman kardeşlerimizle sahabe misâli samimi ve şuurlu bir hayat yaşamayı bizlere nasib eylesin. (Âmin).
Şeref İŞLEYEN