Bir Hikâye: “Elif Alfa Depremi”
        Yazımıza konu edindiğimiz eser, “kitap aydınlıktır, kitap güneştir, onu kaldırırsanız ne kalır ki?” gibi çok hayatî bir mesaj içerdiğini düşündüğümüz şu muhteşem cümle ile başlıyor.
            Biz; insanın okudukça âlim, okumayı bıraktığı zaman da câhil ve zulme meyledebilecek bir karaktere sahip olabileceğini düşünen, okumayı seven, okudukça aydınlıklara erişilebileceğini, ilim ve iman varsa, imkânlarında hep var olacağını ve insanı huzura kavuşturacağını hakikat bildik.
           Ebadıyla küçük ama muhtevası ve anlam yönüyle bizim nazarımızda hususi bir değer ifade eden “Elif Alfa Depremi”adlı hikâye eser, müellifinin ruh dünyasının derinliklerinden kopup gelen ve kültürümüzün geçirdiği evrimin inceliklerine-derinliklerine vurgu yapan güzellikte ve yakın tarihimizin ilme, irfâna ve medeniyete düşmanlık olarak telakki edebileceğimiz bir akıl tutulmasından yola çıkılarak, Kur’an alfabesinin “Elif”i ile Lâtin alfabesinin “Alfa”sını ele alıp, yine Erzincan’ımızın aynı tarihlerde yaşadığı "1939 Büyük Erzincan Depremi" üçgeninde geçen trajik hikâyesinin anlatımıdır.
            Bir vesile ile bahsimize konu olan kitabın müellifi hakkındaki düşüncelerini merak ettiğim ve görüşlerine başvurduğum, 2009-2013 yılları arasında Erzincan İl Müftülüğü görevini yürüten Burhan İŞLİYEN kendisi hakkında; “Halil İbrahim ÖZDEMİR; Erzincan’a değer katan isimlerden biridir. Yazmış olduğu eserleriyle, şiir kitaplarıyla, romanlarıyla ve son yıllarda Erzincan’ın kültür ve edebiyat dünyasına kazandırmış olduğu ‘Erzincanlılar Ansiklopedisi’ ile hakikaten bu şehrin edebiyat ve kültür dünyasına çok ciddi katkılar sunmuştur. Özellikle Doğu Gazetesi, birçok yerel basının kolaylıkla ulaşamayacağı sayıda bir okuyucuya ulaşmış, uzun yıllar Erzincan basın dünyasına hizmet etmiştir ve hizmet etmeye devam etmektedir. Bu hizmet koşusunda da en önemli isimlerden birisi kuşkusuz Halil İbrahim ÖZDEMİR Bey’dir. En son çıkarmış olduğu “Elif Alfa Depremi”isimli eseri de, yaşamış olduğumuz kültür erozyonunu ifade etmede yazılan ve bunu bir deprem gibi değerlendiren yönüyle sadece Erzincan basın dünyasında değil, tüm ulusal basın dünyasında ses getirebilecek nitelikte önemli olduğunu düşünmekteyim. Bu vesile ile Halil İbrahim ÖZDEMİR Bey’ e bu alanda daha nice hayırlı hizmetler vermesi hususunda Cenâb-ı Hak’tan sağlık, afiyet ve hayırlı, bereketli uzun bir ömür diliyorum.” diyerek duygu ve düşüncelerini dile getirdi. İşte bu izah, hikâyenin müellifi hakkında bize özet bir fikir vermektedir.
Harf İnkılâbı ile ilk emri “oku” olan bir dinin mensuplarına neden “sen okuma-yazma bilmezsin” muamelesi yapılarak konuştuğu dilin yasaklanması çelişkisine düşülüyor ve bilmediği-anlamadığı, alışık olmadığı dünyanın dili kendisine dayatılıyordu. “Akıllı insan, kendi tecrübelerini kullanan insandır. En akıllı insan ise, başkalarının deneyimlerini kullanabilen ve onlardan dersler çıkarabilen insanlardır” hakikatinden hareketle, neden insana geçmişi, tarihi unutturulmak istenmek suretiyle, bir gecede câhil bir toplum haline getirilmişti? Oysa kendi mirası ile beraber, dünya devletlerinin kültürüne bakması, onların deneyimlerinden de kazanımlar elde etmesi, güçlü bir ülke için daha doğru bir karar olmaz mıydı?
Hikâyeyi okurken, geçmişimize uzanıp kısa bir gezinti yapıyor, geride kalanlarımızı yâd ederken onlara rahmetler okuyor, geçmişte yaşadığımız unutulmaz kıymetteki değerlerimizi hatırlıyoruz. Harf inkılâbıyla birlikte, köylerde okur-yazar oranının yok denecek kadar azaldığını ve bu sebeple çekilen sıkıntıları hatırlıyoruz. Kitapsız, mektepsiz, medresesiz insanların acılarını hissediyoruz.
            Oysa bu insanların “Ta’lik, Rik’â, Sülüs, Kûfî, Nesîh ve Divâni” gibi her türden yazıyı ve hatta el yazmalarını okuyacak kabiliyetleri olduğunu biliyoruz. Eskilerin, ışığını İslâm’ın nurundan ve ahlâkından alan örf ve adetlerin zarif ve ince bir anlatımla, okuyucuya mesaj olarak verildiğini ve unutulan güzel adetlerimizin yeniden canlandırılması gerektiğinin mesajlarını alıyoruz. Her ne olursa olsun, toplumların geçmişleriyle olan köprülerinin devam ettirilmesini, yarına bırakacağımız önemli eserlerimizin ve hizmetlerimizin devamı adına köprülerin yıkılmaması gerektiğinin önemini öğreniyoruz.
            İnsanın kitaplarla yenilendiğine, okuyarak değer kazandığına, ilim sayesinde yaşama sevinci elde ettiğine inanan birisi olarak âcizane, hikâyenin kahramanı olan Mehmet Efendi’nin canhıraş bir vaziyette kitaplarını koruma isteğini, “öz” olana sahip çıkma ve “kültürümüzü muhafaza etmek” adına eskimez yazımızın korunması için cansiperâne gayretlerini okumamın, okuma azim ve gayretlerime şevk kattığını da ayrıca ifade etmem gerekiyor.
            Sürekli öksüren Hâlis Efendi’nin; “oğlum, belki namaza kalkamayan vardır. Ben öksürürsem onlar da uyanır, namaza kalkarlar” derken, depremin meydana getirdiği enkâzın bıraktığı hüzün ve sessizlikten sonra artık “ne öksüren vardı, ne de camiye giden!” acısıyla duyduğumuz irkinti…İnsanlar ilâhi ikazlarla, depremlerle sarsıldıkları ve helâk oldukları gibi, beşerî irâdenin oluşturduğu depremlerle de pekâlâ sarsılıp kimliğini, kişiliğini, örf ve an’anesini, kültürünü ve irfânını da kaybedebiliyorlardı.
            Hikâyemizin kahramanı olan Mehmet Efendi; yavrularını sel sularından kurtarmaya çalışan bir ana, civcivlerini yabani hayvanların saldırılarından korumaya çalışırken kendi hayatını tehlikeye atan kuşlar gibi, kitaplarını depremin enkazından kurtarmaya çalışan bir irfân sahibi olarak adeta feryâd ediyor... Evet, “Her şey yerli yerine oturmalıydı. Âşık mâşukuna, buz suyuna, can toprağa, insan aslına dönmüştü” çünkü…
            Biz çok şükür hissemize düşeni aldık. Böyle iz bırakan eserlerin devamını beklerken, hikâyenin okunması gerektiğini okuyucularımıza telkin ediyor ve kıymet takdirini kendilerine bırakıyoruz.
Şeref İŞLEYEN