Çok ağır seyretmese de şu günlerde geçirdiğim malum marazı ilmen yakin biliyorduk ama nasipde ayne’lyakin tanımak da varmış.

Öncesinde bir kırgınlık, halsizlik ve yorgunluk… Sonra bir ateşlenme… Ağrılar, kırgınlıklar, dökülmeler…

“Eyvah” diyorsunuz, “Bende mi acaba?”

Doğal olarak hastaneye gidiyorsunuz. Sonuç hiç de şaşırtıcı değil, ‘pozitif’ tanısı alıyor ve ev hapsine mahkûm ediliyorsunuz. (karantina)

Dışardan size hikaye gibi gelen maraz, başa gelince epeyce ter döktürüyor, telaşa kaptırabiliyormuş.

İşin şakaya alınacak tarafı yokmuş dostlar; anladım ki korona değil tedbirsizlik öldürüyormuş.

Ateş düştüğü yeri yakıyor, insan başına gelince anlıyormuş olayın vahametini ve çaresizliğini..

Öyle bir ateş ki bu; düştüğü yeri yakmakla kalmıyor, bumerang gibi her tarafa yayılabiliyor.

Evet, tıp çok önemli, tıp insanları çok kıymetli ama bir yere kadar. Siz kendi kendinizin doktoru olmazsanız eğer, hiç kimsenin elinde sizi düzeltecek sihirli bir değnek yokmuş meğer.

Bir kez daha anladık,tıp tedavisinin yanında otacıve doğal ürünlerin ne kadar değerli olduğunu… Hastanede yoğun bakımda olmaktansa evde özenli bakımda kalmanın kıymetini…

Çok daha iyi anladık, en güvenilir limanın aile olduğunu ve yeri geldiğinde hayatın oraya sığdırılabileceğini…

Hele uykusuz geçen o ilk günlerde, zamanın ne büyük sermaye, uykunun ne büyük ilaç olduğunu..

Hani bir mütefekkirimiz diyor ya; ‘ömür bir gündür, o da bugündür.’ İşte o gün, sizin bütün ömrünüzün muhasebe günü oluyor adeta; hayat serüveninizi bir film şeridi gibi gözünüzün önünden geçiriveriyorsunuz.

“Ahirette seni kurtaracak bir eserin olmadığı takdirde, fani dünyada bıraktığın eserlere de kıymet verme" vecizesince her türlü dünyalık olan değer,  gözünüzden bir bir düşüveriyor.

Kafada soru işaretleri, meçhullükler; ‘bu işin sonu nereye varacak?’ sorgulamaları vesaire..

Etrafınızdaki çok daha olumsuz seyreden vakaları duyduğunuzda daha bir tedirgin oluyorsunuz.

Benim gibi sosyal hayata biraz fazla meyilli olanlar için karantina günleri hiç geçmeyecekmiş gibi geliyor. 14 gün gözünüzde büyüdükçe büyüyor.

Karşımdaki parkta oynayan çocukların cıvıltısı bir başka geliyor bugün kulağıma; “Ey özgürlük! Sen ne büyük nimetmişsin! Yokluğunda daha iyi anladım.” Diye mırıldanıyorum.

Ama her zorlukta bir kolaylık, her zahmette bir rahmet fehvasınca, biraz daha özünüze dönüyor, iletişimi ihmal ettiğiniz Rabbinize daha bir başka sığınıyorsunuz.

Şükürler olsun ki, hastalıklar anında da mümin kullarını –sabrettiği sürece- ibadet ediyormuş hükmünde sayan bir dinin müntesipleriyiz.

Yine, ‘Müslümanın başına gelen her musibet, hatta bir diken batması bile onun bir günahı için kefaret olur" diyen bir peygamberin ümmetiyiz.

Meseleye bu zaviyeden baktığınızda, zahirde ‘pozitif’ olan marazın, batında da ‘pozitif’ değerlere evirileceğinden en ufak bir kuşkuya kapılmıyorsunuz.

İnsanlık âlemi ciddi bir sınavdan geçiyor. ‘Hepimiz dünya denilen bir bataklıkta yaşıyoruz ama kimilerimiz gökyüzüne bakmayı ihmal etmiyor.’

Kimimiz günlük hadiselere ‘bakıp da geçiyorken’; kimimiz de, ‘görüp de duruyoruz.’ Dahası soruyoruz, sorguluyoruz.

Yani biz inananlar, bardağın dolu tarafına bakmasını da biliriz ki musibetlere sabredip nimetlere şükretmek suretiyle sevap elde ederek her halükarda kârda oluyoruz.

Ve Kanuni’nin meşhur sözünü çok daha iyi anlıyorsunuz; “Halk içinde mu'teber bir nesne yok devlet gibi/Olmaya devlet cihânda bir nefes sıhhat gibi.”

Çok uzaklarda gördüğünüz ölüm, size daha bir yakınlaşıyor; hayata daha bir anlamlı bakmaya başlıyorsunuz.

Fani olduğunuzu daha yakından hissedip Baki olana sarılıyor ve bir mütefekkirimizin şu sözlerini hatırlıyorsunuz: “Fâniyim, fâni olanı istemem. Acizim, aciz olanı istemem. Ruhumu Rahman’a teslim eyledim, gayr istemem.”

Niyazi Mısri’nin dizeleriyle avutuyorum kendimi; “Derman arardım derdime/ Derdim bana derman imiş / Burhan arardım aslıma/ Aslım bana burhan imiş…”

Cümle hasta canlara gönülden şifalar dileğiyle…