O, yeri geldiğinde gözünü budaktan esirgemeyecek kadar cesur, ama yeri geldiğinde son derece şefkat timsaliydi.

Haksızlık karşısında asla susmayan, sustuğunda hakkıyla birlikte şerefini de yitireceğinin bilinciyle son derece şeref sahibi bir insandı.

Bu yüzden de dostu kadar hasmı da vardı…

O, hasımlarından çok dostlarını artırmanın telaşındaydı.

Yaptıklarını ve yazdıklarını başka bir amaçla değil, giderayak şu gök kubbenin altında bir hoş seda bırakabilmek adına yapıyordu.

Öyle de oldu… Cenazesindeki mahşeri kalabalık ne kadar çok dost biriktirdiğini ve hoş bir sedayla dar-ı bekaya göç ettiğinin ipuçlarını veriyordu.

Kalemi güçlü bir hikâyeciydi ama bir o kadar da mütevaziydi.

Anadolu’nun bağrından çıkmış ve yine Anadolu insanını anlatan bir yiğitti.

Onu Sabancı Kız Yurdunda çalışırken yetim kızların Hamdi Babası olarak tanımıştım.

Çalıştığı kurumda yoksulların ve yetimlerin umudu ve göz aydınlığıydı.

Evet, öldüğünde gözü yaşlı bir eş, bir evlat ama bunun yanında yüzlerce yetim ve binlerce okur bıraktı.

Olsun, ölen ten iken canlar ölesi değildi…

Ömrünün kemal yaşlarında iken bir musibete yakalandı ama pes etmedi; son zamanlarına kadar hala okuyor ve yazmaya çabalıyordu.

Yakalandığı sinsi hastalığını kaderi olarak görüyor ve öylece de teslimiyet gösteriyordu.

Ümitvardı, amansız hastalığını yenerek daha güçlü bir şekilde hayata döneceği günlerin hasretini çekiyordu.

Ama olmadı, takdir tedbiri bozuyor, İlahi ferman hükmünü veriyordu.

Ecel onun kapısını böyle mukaddes bir ayda, hastane köşelerinde çalıyordu.

Artık sözün bittiği yerdeydik, ne desek beyhude, ne yazsak nafileydi.

Kader ağını ördü ve onu bizden aldı; bir yanımız eksik, romanlarımız öksüz…

Nurlar içinde yat kardeşim, mekânın cennet olsun…