Nasıl başlanır  böyle bir mevzuda söze, doğrusu bende bilemiyorum.

Sitemliyiz ancak derdimiz yazmak değil sadece, yazarken bir nebze de olsa kırıklı olan, çorak topraklar gibi susuz kalan aklımıza, kalbimize bir ışık tutup aydınlatmaktır maksadımız.

Ve tek bir ruha bile hitap edebileceksek ne mutlu bize…
Şimdi gelelim asıl meselemize dostlar, asıl meselemize…

Kurtuluş müjdesi olarak görülen, taşı toprağı altın olarak baz alınan koca şehirler…

Yeni bir yurt edinme bakımından memleketlerinin havasını terk edip, havası sanayi dumanından kararan şehirlere sığınan nice insanlar…

Ve bu şehirlerin gölgesinde büyüyen nice kırgın hayatlar ve öfke dolu yalnızlıklar…

Doğmamış gibi yaşanıyorken kimi günler, kimi günler de hüzünlerin bünyesinde büyüyen kızgın hayatları doğuruyor.

Artık yaşatmak için değil, sırf yaşamak için dolu dolu kalabalıklar…

Mesela etraf karınca gibi insan dolu fakat sıra sıra dikilen apartmanlar yalnızlıkları bünyesinde taşıyor…

Komşuluklar angarya olarak yaftalanmış…

Düşenin dostu yok olmuş, bana dokunmayan yılan bin yaşasın olmuş…

İşi, parası ya da ekmeği olmayanların kapısı açılmaz olmuş..!

Üzümünü ye bağını sormalar dilimize pelesenk olmuş..!

Ebu Hanife’nin babasının dere kenarındaki elmayı yemesi, pişmanlığı ve sonrasında o elmanın sahibine ulaşma hadisesi meşhurdur ve bize üzümü yemeden önce bağını sormanın ne güzel neticeler doğuracağını görmek bakımından güzel bir kıssadır ki inancımız gereği biz önce kaynağın nerden geldiğine yönelmek mecburiyetindeyiz…

Her koyun kendi bacağından asılırmış palavraları!

Yalan, her koyun evet kendi bacağından asılır fakat asıldığı yerde el atıp o cesedi kaldırmayanlar da zamanla çürüyen o cesedin kokusuyla yüzünü buruştururlar…

Yazık ki ne yazık! Acınası bir tablonun tam ortasını seyrediyoruz...

Hani biz değil miydik İslam’ın ışığında aydınlananlar, ilahi aşkın cazibesi ile kamçılananlar, Muhacir ve Ensar ekseninde önce kardeşlerim diyenler, komşusu aç iken kendisi tok yatamazlar…

Biz değil miydik binlerce askerden teşekkül etmiş Devlet-i Âliye’nin ordusu ile yaşlı bir köylünün tarlasından, bağından sefer dönüşü kopardığımız her üzüm salkımının yerine değerince parasını asıp giden…

Biz değil miydik Allah, Allah nidası etrafında, ırk ve dil gibi şeyler baz alınmadan Allah için toplananlar… 

Şimdiler de her nehir tersine akıyor, neyin peşinde olduğunu bilmeyen milyonluk kalabalıklar takılmışlar belirli sloganların ardına sıradan bir hayatın izini sürüyorlar artık.

Sorgusuz sualsiz geçen günler ben, ben, hep ben’ler ile dolu!

Kimseler sormaz olmuş artık bu boş ve dipsiz bir kuyu olan dünyaya, nerden gelip nereye gideceği sorusunu.

Yaşamak olsunda nasıl olursa olsun! Olmaz efendim olmaz.

Tam da bu nokta da Üstat Necip Fazıl gibi haykırmak gerekiyor:

“Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak!
Haykırsam kollarımı makas gibi açarak:
Durun durun bir dünya iniyor tepemizden,
Çatırtılar geliyor karanlık kubbemizden!”