Eriyen güneşin ışıkları vuruyor alın yazılarına. Zamanın kısaldığı ağaç yapraklarında ki bir mefhum. Öncesinden bîhaber olunan bütün yitikliklerin mümkünlüğünde, ateşe susamış serçeler gibi ürkek. Irmağın bütün sularıyla yıkanıp geliyor, yasak meyve. Dalga dalga kaçınılan bir iç denizin kör mavisinde boğulan titreyişler. Dokunulan gül goncalarının nazeninliği kokusunda beliren nârın ortasında kalan tek yürek. Tek noktada sırlanan bir şiir gibi. Üfledikçe yayılan benlik gibi.  Üfledikçe kamışlıktan sıyrılan, bir ney gibi. Dağın zirvesinde donan karın beyazlığı kadar üşüten hasretin rengi. Ve vuslatın güneş olduğu hasretin ölçüsüzlüğü. Bir kervan boyunca yuvarlanan taşın yalnızlığında, aldığı yolun uzunluğunca derin olan vuslat. Yağmur beklediği, yağmur borçlu olduğu... Başka surete büründüğü... Görenin de hissedenin de anlayamadığı tek gerçeklik: Ölüm. Hepimizin bildiği, kimimizin kaçtığı, çoğumuzun ise yaklaştığı gerçeklik. Ölümün biz insanlarca tarifi yok. Zaman anlayışımızda karşılığını da bulan olmadı sanıyorum. Hangi ölüm doğru vakti buldu? Biz aciz insanlar, hangimiz hazırdık ölüme? Ölüme şiirler şarkılar yazdık ama hazır olamazdık. Biz hazır olamazdık ama alışabilirdik. İnsan nisyanla beraberdi. Kanımca ölümü unutmak insan da bile yoktu. Herkesin unuttu sandığı anda gülerken, yüzündeki kıvrımların ağladığı bir unutamamaktı. Sesinin hıçkırıkları sakladığı, zaman ve mekân üstü meçhullüktü. Peygamberin dahi yaşadığı, vuslat diye nitelediği mefhum.  

Bunca nitelemeye, kendimce sıfatlandırmaya çalıştım. Ansızın aldığım kötü bir haberdi. Neye uğradığımı şaşırıp, gözyaşlarıma engel olamadığım… Bir parka oturup uzun uzun insanlar, hayvanlar ve ağaçlara baktım. Devinim karşımda duruyordu. Bir süreklilikti ölüm. Kendimize dönmeden fark edemediğimiz bir insanlık tragedyası. Birçok anlamsız şeyden gözümüzü çevirip, dalamadığımız tefekkür karşımdaydı. Yapacak bir şey yoktu. Etrafımı seyrettikçe anlamlandırmaya başladım ben de ölümü. Her yanımızda. Sadece Türkiye’de bir anda Ankara’da 48 saatte 28 canı alabilecek kadar içimizde. Ve bildiğimiz ülkelerin, bilmediğimiz şehirlerinde devam edebilecek kadar canlı ve can alıcı. Ankara’da hayatını yitiren bütün kardeşlerimize Allah’tan rahmet ve yakınlarına sabır diliyorum.

 

Ateş Ankara’ya düşmeden birkaç saat önce geldi kötü haber. Lisede edebiyat öğretmenim Bünyamin Hocamın oğlu. Ecel bir bahane ile onu sevdiklerinden koparmıştı. Cihangiri daha evvel hiç görmedim. Birkaç kez Bünyamin Hocam bahsetmişti o kadar. Tanımam neyi değiştirirdi. Biz Bünyamin Gönen’in öğrencileri, evlatlarıydık. Cihangir kardeşimizdi. Afşin Öğretmen Lisesi olarak kardeşimizi kaybetmiştik. Acı haberi birçoğumuz birbirimizden uzakta aldık. Birdi acımız. Dualarla birleştik. Rahmet ve sabır diledik. Dualarımız kabul olsun inşallah.                                                                   
Acımız taze. Taze kalacak ebediyen. Çünkü Cihangir daha gencecik. ‘Ölüm Allah’ın emri de şu ayrılık olmasaydı.’ Derler. “Olmasaydı ayrılık. Bünyamin Hocam bir kez daha sarılsaydı Cihangir’e; Cihangir aramızdan ayrılmadan, hayatta en güvenilir yere, annesinin gözlerinin içine bakabilseydi. Kardeşleriyle gülüşselerdi. Cihangir okuluna devam etseydi. Gencecikken henüz 17 yaşındayken devam etseydi yaşamına. “ bunları diliyor insan. İnsan işte boyundan büyük laflar edebiliyor. Haddi değilken… Allah’ın emriyken bütün olanlar. Titreyerek hatırlıyor ve boynunu büküyor. Ve insan bir süre inanamıyor ölüme. Hayatının süre gelen kendi düzeni içinde aklına getirmediğini Yaratıcı başına getiriyor. Sanki ansızın çıkıp gelecekmiş gibi bekliyor insan kaybettiği herkesi. ‘Birçok seneler geçti; dönen yok seferinden’. Belli ki herkes memnun yerinden. Bize bizden yakın Olan, Cihangiri bizlerden çok sevdi ki yanına aldı. Allah’ın rahmeti üzerine olsun. Bünyamin Hocama ve ailesine sabır diliyorum.