Bunca karanlık arasında aydınlığa koşmamak elde mi? Doğruyu bulmayı istemek suç mu? Ne yapsındı?  Adımları sıklaşarak devam ediyordu. Yeni bir şehirde gibiydi. İnsanlar başkaydı, sokaklar bambaşka… Her zaman yürüdüğü yolardaydı. Her adımda yabancılaştığı yerde tek tanıdık düşünceleriydi. Kafatası içinde dikenli tellerdendi düşleri. Nefes nefes soluğunu kesen bir acı. Bir çınar olsa bu kadar tanık olabilirdi zamana. Gördüğü her kare, tüm canlılığı ile beynini kemiren bir sincaptı. Gözünü kapatmak istiyordu tüm olana ve olacak olana. Kalbi hissetmesindi şahit olduğu bütün aşkları, acıları. O sadece yürüsündü. Yolun aydınlığa çıkacak noktasındaydı. Dursun da aydınlığa çıksındı.

        Raflar dolusu umutlar. Raflar tozlu… Aradığı içindeydi, kendisi aradığı yerin içinde. Daha ne istesindi. Muhayyilesine çarpan zerreciklerdi bunlar. Hatırladıklarıydı, hatırlasındı. Adımları sonlanacak bir kapı bulmuştu nihayetinde. Zaman damarlarında çağlardı. Ancak damarları ise burada sakindi. Gördüğü her suret tanıdıktı. Değil mi ki elest-bezmi vardı.  Aynı kitaba baş eğmişliğin neticesiydi. Kitapla aralanan, efsunla devam eden bir kapı…

        Kapıyı araladı, girmiş bulundu içeriye her şey yerli yerindeydi. Eksiğin fazladan farkı yoktu. Zamanı avuçladığı köşesine doğru yol aldı. Alelade yaptırmıştı masa ve sandalyesini, özensizce…  O boyutları söylemişti, marangoz yapmıştı. Siyah deri ciltli defteri yakışmıyordu o masaya. Diviti, hokkası masadan alakasızdı. Üst üste yığınlanmış kitapların özensizliği ise masayla bir; defterden, divitten alakasız. Alışageldik hareketleriyle, besmelesiyle oturdu açtı defterini, bir el hareketiyle diviti acelece alıpta anında başlayamamıştı. Düşüncelerinin dalga dalga kıyıya vuruşunda kumdan bir kaleydi. Diviti hokkaya götürdüğünü unutarak tekrar mor mürekkepli divitini defterin üzerine getirmesiyle defterin sayfalarını mor mürekkep dağlamıştı. Damla damla mor mürekkepler arasında karışan bir damla ki gönülden düşmeydi. Yaramaz ve suçlu bir çocuk hışımıyla ayaklandı. Emirî Efendi’nin nazarlarını üzerinde hissetti. Başını kaldırdı göz göze geldiler, başıyla selam verdi. Emirî Efendi sağ elini göğsüne bastırara karşıladı selamını. Defteri kuruyuncaya dek yazamayacağını anlayarak içerledi. Raflardan bir kitap alıp okumalıydı. Adımını atışıyla bir nefes yükseldi, odanın duvarlarında raflara çarparak  yayıldı. Fasıl başlamıştı. Sahi, zaman sanki bir atmacanın kanatlarındaydı. Bizden uzak ama rüzgâra yakın. Kapadı gözlerini Galip Dede. Galata Mevlevihanesinden bir nefes yükselmekte. Galip Dede’nin nazarlarıyla bir ses  “Ol vâde-i tekrar be tekrâr-ı sakın unutma.” Odada bir dem yükselen ney sesi ile ürperdi. Koşar adımlarla Hüsn-ü Aşkı buldu. Tekrar okumalıydı. Yaz kış uçan bir göçmen kuş özgürlüğüyle sayfaların içerisindeydi. Beyhan Sultan’ı düşündü. Ne talihti… Birbirini seven iki yürek, biri kavuşur öteki bekler…  Nefes nefes satırları arasındaydı Hüsn-ü aşkın.

      Emirî Efendi yeni kitaplar istemişti. Bir haftadır bekliyorlardı. Galip ilk defa gecikmişti bu kadar. Biliyordu ki dokuz ay sürebilirdi bir bebeğin dünyaya gelişi. Kayıkçı, Galip’in telaşını hissetmiş olacak ki hızlandırdı kürekleri. Küreklerin hızlanışıyla bir an denizi martıların kanatlarında, kayığın küreklerinde görür olmuştu. Martı kanat çırpısındı da Galip düş görsündü. Fakat kayıkçı durdu. Kayığın küreklerindeki deniz duruldu. Bir kucak kitap ve Galip ayrılmışlardı kayıktan. Kayığın yüreği oyulmuştu sanki. Kalan yalnızca denize değen kısımdı. Kalsındı da yol alsındı. Galip’in aklına Emirî Efendinin fasıl vakti gelmişti. Kaçırmamalıydı. Çakıl taşları olan yollarda adım adım taşlar yerlerine oturuyordu, bir sesle beraber. Yokuşun ardındaydı. Boydan boya cam olan girişi, soluk kahverengi ahşaplarla çevirmişlerdi. Küçük bir aralıkla bambaşka dünyalara açılan bir kapısı vardı. Koşar adımlarla tozpembe tülleri aralayarak içeri girdi. Gözü zaten kapıda olan Emirî Efendi hemen Galip’i karşılayıp, yavrusunu kucaklayan bir anne edasıyla kucakladı kitapları. Her birinin kapağını tek tek inceledi. Gözleri Leylâ’yı aradı Emirî Efendi’nin. Olabileceği yerlerde yoktu Leylâ. Dikkatini Galip celbetti. Misafirini ağırlaması gerekirdi. Hemen karşısında boş duran sandalyeleri çekerek Galip’e yer gösterdi. Mahcup bir edayla ”Kusura bakma evladım, kitapların gelmesinin mutluluğuyla seni unuttum. Yolculuğun nasıl geçti anlat bakalım.” Galip, “Estağfurullah efendim. Bu mekânda aldığım her soluk benim ruhumu dinginleştiriyor. Yolculuğum boğazın ihtişamına bir daha hayran olarak geçti, martı çığlıkları arasında. “ Emirî Efendi bir yorgunluk kahvesi içmeyi teklif etti. Galip, olanca vakitsizliği arasında burada zamanı kolları arasına alabiliyordu. Kahveler geldi.  Gelen yalnızca kahveler değildi.  Telve telve hayatı yudumluyorlardı sanki. Kahvenin son deminde Leylâ göründü. Emirî Efendi muştular veren bir kuş haliyle Leylâ’ya sesleniverdi. “Leylâ, kızım ‘ İrfan Sohbetleri ’ şimdi geldi. Bak! Hemen şuracıkta. Leylâ mutlulukla gülümseyerek geldi. Kitabın kapağını okşayıp yüreğine bastırdı. Otursana kızım “ dedi Emirî Efendi. Leylâ ile Galip’i tanıştırdı. Galip, İstanbul’un karşısında Leylâ’nın gördüğü boğazı, martıları, yalıları öteki taraftan görebilen bir genç. Emirî Efendi ‘nin karşı taraftaki dükkânın sorumlusu. Leylâ ise İstanbul’u bu taraftan görebilen kız. Emirî Efendi’nin dükkânının müdavimi. Bıraksalar tüm soluğunu burada alabilecek, hayata kitapla, kalemle bakabilen bir çift göze ve bir munis kalbe sahip. Kahvenin bitişiyle Galip’in kalkması gerekiyordu. Ama yüreği kalkmasın, burada kalsın istiyordu. Dedikleri gibi Leylâ’yı bulmakla kaybetmek arasında aldığı soluklar yüreğini yakıyordu. Ayaklarına inat yüreği kalmak istercesine dükkândan ayrıldı. Ayrılan bedeni olmuş, gönlü, dimağı Leylâ’da kalmıştı. Ne yapsındı şimdi? Kayıkların yanındaydı, kayıklardan habersiz. Martıların çığlıklarına kulakları; denizin dalgalarına gözleri kapalı, geçti karşıya.

         Leylâ, hece hece İrfan Sohbetlerindeydi. Mısrî ise Malatya’dan Mısır’a gidiyordu Sinan Ümmî’nin güllerini kokluyordu Niyazi’nin Limni’de ayağına bukağılar takılıyordu; Leylâ’nın gönlünce Niyazi kelepçeleniyor. Attığı her adımda şimdi Mısrî’yi düşünüyor. İrfan Sohbetlerini getiren Galip’e minnet duyuyor, aklına defteri ve üzerindeki mor mürekkep lekeleri geliyor. Koşar adımlarla masanın yanına gider, elinde İrfan Sohbetleri olduğu halde. Defterin üzerinde mürekkep lekeleri kurumuştu sonunda. Her hayırda bir şerrin olduğuna bir kez canı gönülden inanmıştı. Belki de bu, sabah yaşadığı tüm olumsuzlukların bir neticesiydi İrfan Sohbetlerine kavuşması. Defterini kapatıp devam etti okumaya ve kitabın başına “Kim bilebilirdi ki hayr ile şerrin yerini ve zamanını?” yazdı.