İnsanlık âleminin dünya yolculuğu aşama aşama devam ediyor…

            Kitâb-ı Kerim, yeryüzü sınavına tabi tutulan insanlığın hayat evrelerine dikkatlerimizi çekiyor:

            “Ey insanlar! Eğer yeniden dirilmekten şüphede iseniz, şunu bilin ki, biz sizi topraktan, sonra nutfeden, sonra alakadan (aşılanmış yumurtadan), sonra uzuvları (önce) belirsiz, (sonra) belirlenmiş canlı et parçasından (uzuvları zamanla oluşan ceninden) yarattık ki size (kudretimizi) gösterelim. Ve dilediğimizi, belirlenmiş bir süreye kadar rahimlerde bekletiriz; sonra sizi bir bebek olarak dışarı çıkarırız. Sonra güçlü çağınıza ulaşmanız için (sizi büyütürüz). İçinizden kimi vefat eder; yine içinizden kimi de ömrün en verimsiz çağına kadar götürülür; ta ki bilen bir kimse olduktan sonra bir şey bilmez hale gelsin. Sen, yeryüzünü de kupkuru ve ölü bir halde görürsün; fakat biz, üzerine yağmur indirdiğimizde o, kıpırdanır, kabarır ve her çeşitten (veya çiftten) iç açıcı bitkiler verir.”

            Allah Teâlâ bu ayette, öldükten sonra tekrar dirilmeyi inkâr edenlere karşı, önce, insanın yaratılışının seyrini veciz bir şekilde ifade buyuruyor. Burada insanın nutfe, yani sperma halinden başlayarak dünyaya gelişine kadarki oluşumu açıklanıyor.

            Sünnetullâh bu… Böyle işliyor… Tebdîl yok, tahvil yok, tağyir yok…

            İnsanoğlu, kendisi için takdir olunan âkıbetine doğru yürürken, yaşlanmasının önüne geçilemiyor. Doğrusu kimse yaşlanmak istemiyor veya yaşlansa da kabullenmiyor. Ten canlılığını, dinamizmini, heyecânını yitiriyor ya, ruhlar bunu bir türlü kabullenmek istemiyor.

            Modern zamanlarda iki türlü korkumuzun olduğunu düşünüyorum; şişmanlık ve yaşlılık… Şimdi bu korkularımıza bir yenisi daha eklendi: Yaşlılıkla birlikte gelişen yalnızlık…

            İnsanlar, kalabalıklar arasında kimsesiz, çaresiz ve yalnız… Bencil, cimri ve seküler yaşam tarzı insanı değerlerinden mahrum bıraktı. Kişi hem kendine, hem toplumuna hem de değerlerine yabancılaştı. Kalabalıklar arasında acıdır ki, sosyal bir mezarlıkta imiş gibi yaşıyoruz. Yara almayan hiçbir değer kalmadı… İnsanlar arası sıcak ilişkiler, dostluklar, samimiyet, vefa, duyarlılık, kanaat, şecaat, izzet ve şeref… Değer adına ne varsa hep ikincil kategoriye, “diğer” gurubuna tahvil edildi…

            Dünyalık adına belki çok şeyler kazandık, hatta bazılarının deyimiyle “hayatta arzuladığım her şeyi elde ettim” lüksüne dahi ulaştık ama insanlıktan ödün vermekten kendimizi kurtaramadık. Kara günde dost olanlar, iyi günlerde dost olmaya koyuldular. Hayata tutunacak olan yalnızlar, nasıl tutunacaklarını bilemiyor. Çocuklar anne sevgisinden mahrum anaokullarında, yaşlılar huzursuz huzurevlerinin eşiğinde saadet arıyor…

            Modern şehir hayatı ve modaya uygun fertlerin yaşantısı, erdem adına ne varsa katletti. “Ununu elemiş, eleğini asmış”, “yaş yetmiş, iş bitmiş” ya da, “bir ayağı çukurda” veya “ihtiyar, neye yarar” gibi söylemlerle her türlü ilişkiyi “yarar” ve “çıkar” üzerinden hesaplayan bir toplumun vardığı nokta ürkütücü ve düşündürücüdür.

            Şunu fark etmek gerekiyor ki; engelli, özürlü, emekli, malul gibi kavramlarla tarif ettiğimiz insanlar toplumun sırtında bir yük değil, tam aksine yücelik ve bulunmaz bir nimettir. İşte Kitâb-ı Kerim’in bu konudaki ihtarı:

            “Rabbin şöyle emretti: Sadece Allah’a ibadet edeceksiniz. Ana ve babanıza iyi davranacaksınız. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa, sakın onlara “of!” bile deme! Onları azarlama! Onlara saygıyla hitap et! Onlara merhamet ederek tevâzu kanatlarını aç da, “Rabbim! Küçüklüğümde onlar beni nasıl şefkatle büyüttülerse, sen de onlara öyle merhamet et, de!” (İsra Suresi, 17, 23 ve 24. Ayetler)

            Ve yürüyen Kur’ân hitabına mazhar olan Hz. Nebî’nin tavsiyesi:

            “Düşkünleri görüp gözetiniz, zira siz ancak düşkünleriniz sayesinde yardım görür ve rızıklanırsınız.” (Tirmîzi, "Cihad," 24; Ebu Davud, "Cihad," 70)

            Duâlarına muhtâç olduğumuz en değerli varlıklarımız ana-babalarımız, yaşlılarımız, fizik organlarıyla hayat hareketleri kısıtlanmış, özgürlükleri sınırlandırılmış ve sıhhaten hiçbir kusuru barındırmayanlara karşı bir emniyet sigortası hükmündeki engellilerimiz… Kısacası, hem dünya, hem de âhiret cennetimizi sağlayacak unsurlar…

            Bu gün yüz çeviren, bilmelidir ki yarın kendisinden yüz çevrilen olmaya namzettir. Bu gün ihmâl eden, yarın ihmal edilecektir. Kapılarımızı onlara açmaz isek, korkmalıyız ki rahmet bize yüz çevirecektir. Daha da genelleyerek ifade edelim ve diyelim ki; bizler yeryüzündekilere merhamet etmezsek, merhameti yaratan ve merhamet yetkisini verdiği her cân bize merhamet etmeyecektir. Bizim de yarın kapımızı çalacak olan hakikate karşı bigâne kalamayız.

            Vefâ, cefâyı göze almaktır, çileye göğüs germektir. Bize düşen, ihsân mertebesinde hareket etmektir. Kelimelerimizi değil, ihsânımızı ve erdemli davranışlarımızı konuşturmak… Yiğitlik bu olmalı, daralan ruhumuza, sıkışan kalplerimize şifâ sunacak…

            Herkes ektiğini biçer, ettiğini bulur. Bu bizim sınavımız… Sosyal Güvenlik Kurumları var diye, her sorumluluğumuzu onlara havale edemeyiz. Müşfik eller, şefkat yüklü yürekler olmalıyız.

            Ağaran saçlarımız, kırışan alnımız, yükselen kolesterolümüz, düşen nabzımız, hipertansiyonumuz, azan romatizmalarımız, tıkanan damarlarımız ölüm sinyalleri gönderiyor… Wireless (kablosuz) sinyallerin câzibesine kendimizi kaptırdığımız şu hengâmede duyan, gören var mı? Doğum günleri kutluyoruz, yaklaşan ölüm günlerimizin üstünü örtmek istercesine… Her şeyin randevusu var da, Azrâil’in randevusu yok!

            “Allah O'dur ki, sizi güçsüz olarak yaratır, sonra güçsüzlüğün arkasından kuvvet verir. Sonra kuvvetin arkasından yine güçsüzlüğe ve ihtiyarlığa getirir. O dilediğini yaratır. Ve O, her şeyi bilir, her şeye gücü yeter.” (Rûm: 54)

            Kuşkusuz, zamana yenik düşmeyecek olanlar, yaşanılan anın gerektirdiği işi doğru ve rızâ-i bâriye uygun yapanlardır. Zamanın gerektirdiği işi yapmak elbette kendini hayatın akışına kaptırmak değil, zamanını Allah'ın rızasına uygun işlerle değerlendirmek, renklendirmek, zenginleştirmektir.

            “Rabbimiz! Hesap görülecek günde, beni, ana babamı ve inananları bağışla.” (İbrahim 41)

            “Beli bükülmüş ihtiyarlar, süt emen bebekler, otlayan hayvanlar olmasaydı belâlar sel gibi üstünüze dökülecekti.” (Aclûni, Keşfü'l-Hafâ, 2/230)

            Bir gün âhı tutarsa mazlumun, muhtâcın, buğulu bakışlarla elimize ve yüzümüze bakan yaşlıların, arzı titretir gazâbı Havf-i Yezdân’ın…

            Akledenlere selam olsun! 

Şeref İŞLEYEN