Kendilerinden önceki gelişmelerin bir ürünü olarak ortaya çıkan olay ya da olgular, kendilerinden sonraki gelişmeler üzerinde etkili olurlar. Bu nedenle, tarihi oluşturan olay ve olguların her biri, diğerinin nedeni ya da sonucudur. Tarihsel süreçten kasdedilen de budur.
Günümüz dünyasından herhangi bir yerde meydana gelen bir olay, niteliğine göre bütün dünyayı etkileyebilir. Bu, modern dünyanın en belirgin özelliklerinden biri, yani toplumların birbirinden ayrışık atomize gruplar hâlinde soyutlanamazlığının kanıtıdır. Ancak, modern toplum öncesi zamanlarda da birbirinden ayrık olamayan doğal ve beşerî olaylar yaşanmıştır. Yeryüzünün iklimi, fizikî yapısı, jeolojik oluşumlar; kıt’alar arası göçler gibi insan ve çeşitli canlıların bütünü üzerinde benzer etkilerde bulunmuştur. Bu etkileşimler atmosferinde benzer davranışlar sergilenir. Ayrıca, insan doğasının temel özellikleri tüm insanlarla benzeşir. Bunun için kültür ve uygarlık tarihi içinde kişi ve toplumlar birbirinden bağımsız soyut nesneler olarak ele alınamaz. Bu nedenle, tarihsel geçmişin bir bütün olarak işlenmesi ve bütünle ilişkili olmak kaydıyla seçmeci davranılması doğaldır.
Tarih yazımın güçlük nedeni olarak tarihin konusu, kapsamı ve farklı yönelimler
Tarihin tanımından da anlaşılacağı gibi tarih biliminin konusu, insan topluluklarının geçmişteki etkinlikleridir. Bu etkinliklerin ele alınması, insanların bugüne kadar gelen tüm yaşantıların incelenmesi demektir. Tarihçinin sayısız olaylar içindeki seçiminde evrensel ilkeler bulunabilmesi, tarih biliminde bazı olayların özgün ve kapsayıcı olmasına neden olmaktadır.
 Çeşitli toplumlar tarafından oluşturulan tüm kültür ve uygarlıklar; devletler, yönetimler, şehirler; sanat, edebiyat, bilim, teknik ve ticari gelişmeler; savaşlar, göçler, antlaşmalar; inançlar, töreler, gelenekler ve görenekler; çeşitli değer ve yargılar; kısacası, insanlığın zaman içerisinde ortaya koyduğu tüm siyasal, sosyal, kültürel, dinî ve ekonomik etkinlikler tarih biliminin konusu içindedir.
Tarihin konusunun kapsamlı olması nedeniyle çeşitli sonuçlar ortaya çıkmıştır:
Alan ayrımına ve uzmanlaşmaya gidilmiştir. Tarihçiler, tarihin belli bir döneminin veya sınırlandırılmış bir konunun üzerinde çalışarak seçtikleri alan üzerinde uzmanlaşmayı tercih ederler. Böylece, belirli konuların ya da tarihteki sayısız olayların her birine ilişkin olarak uzmanlaşan bilim adamları yetişmektedir. Konu seçimi ve ayrıştırma zorunludur. Geçmişte olanların tümünü ele almak, geçmişe yakın bir zaman dilimi kadar yaşamak anlamına gelir. Bu nedenle tarih, tarihçilerin tutumuna ve ortak anlayışlarına göre seçilen önemli gelişmeleri irdeler. Ancak, alan ayrımı ve ayrımı yapılan alanda uzman olmanın profesyonel bir tarihçi olma yolunda taşıdığı bazı riskler söz konusudur. Alan tarihçisinin araştırma ve bilgisi yalnızca kendi konusuyla sınırlı ise, o tarihçinin tarih biliminin gelişimine ekleyebileceği fazla bir şey olamayacağı gibi, açılım ve açıklamalarında da kayda değer bir derinlik söz konusu değildir. Bunun en çarpıcı örneği, 12 Eylül sonrası Türk üniversitelerinin bütün alanlarına şırınga edilen formatlanmış Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi’dir. Bu alanda çalışan ve hatta akademik unvanla taltif edilenlerin büyük çoğunluğu bilim adamı niteliğinden çok resmi ideolojinin zabitanları görüntüsünü yansıtmaktadırlar. İçlerinden “yakın çağcı” geçinen bazı fitne-haset bücürleri akademik zeminlere taşıyan basit biyografik paçavra seviyesinde çalışmalarının olması ise ayrıca ilginç görülmektedir.  
Tarihin diğer bilimlerle ilişkisi ve iç içeliği fazladır. Genel olarak bütün bilimler birbirine bağımlı olarak gelişirler. Ancak, her bilim dalı kendisi için belirlediği konu, amaç, yöntem ve vardığı sonuç bakımından diğer bilim dallarından ayrılır. Diğer bilimlerle ilişkiler içinde olan tarih bilimi de kendine özgü amaç, yöntem ve vardığı sonuç bakımından diğer bilim dallarından ayrılmaktadır. Bilimler arasındaki ilişkinin anlaşılması XX. yüzyıl içinde yaşayan bazı bilim adamlarını çeşitli çabalara sevk etmiştir. Öncelikle metodoloji konusunda önemli bir yol katedilmiş (Braudel, 1992, 99) en azından sosyal bilimler ya da doğa bilimler olmak üzere bu iki temel bilimlere bağlı alanlar kendi içlerinde ortak somut ilkeler benimsemişlerdir. Örneğin, bilimlerin çeşitlenmesindeki zorunluluklara işaret eden Braudel, araştırma yollarında ortak kavramların önemini vurgular. Metodolojik birlik, sosyal ve doğa bilimlerinin birbirine yaklaşımı yolunda giderek daha kapsayıcı bir noktaya gelinebileceği umudunu vermekten öte, doğrudan doğa bilim – sosyal bilim birleşenliği konusunda ciddî adımlar atılmaktadır.

Bilimler arası birlik, öncelikle bir yaklaşım sorunu, her bilimsel disiplinin kendi içinde derinleşebilmesine imkân tanıyan bir ilişki çerçevesidir. Bilimleri birbirine katmak ya da nicel olarak farklı bilimleri yan yana tutmak veya bilimleri dışlayan üst bir bilim icat etmek, ilişki çerçevesindeki birlik yaklaşımın dışında kalan tutumlardır. Oldukça nicel, bilimsel derinlikten yoksun; bilim, bilgi alanı ve sanat gibi olguların ayırdına bile varamayan ve yan yanalıktan birlik oluşacağını vehmeden bu anlayış, çeşitli üniversal kurumsal yapılanmasında ve adlandırılmasında kendilerini kolaylıkla ifade şansı bulabilmişlerdir. Örneğin, “Fen – Edebiyat Fakültesi” benzeri adlandırmalarından kasıt, sanırız amino asitlerin ya da biyolojik varlıkların kan dolaşımıyla Fuzuli’nin kasidesini birlikte terennüm ettirmenin yüce erdemini ortaya koyabilme yetkinliğini göstermek olmalı!. Türkiye gibi, XX. yüzyılda önemli ölçüde akademik özerkliği budanmış, hekimlik ve zanaat gibi mesleklerin lisansüstü eğitim kurumlarının ilgili bakanlıklarda olmak yerine, özerk olması gereken ve doğrudan bilim üretme amacı taşıması istenilen üniversitelere yamandırılmış ülkelerde ciddi bilimsel araştırmalardan çok daha fazla, dogmatik, yasakçı ve garabet üreten olayların tespiti oldukça kolaydır.
Tarih sınıflandırılıp bölümlere ayrılır. İnsanların etkinlikleriyle meydana gelen olaylar, belli bir zamanda ve dünyanın herhangi bir yerinde meydana gelirler. Uzun bir geçmiş ve sayısız olayların yaşandığı düşünülürse, bu süreçlerin anlaşılmasında pratiğe yönelik usûllerin belirlenmesi gerektiği açıktır. Bu nedenle zaman, yer ve konuları temel alarak tarih sınıflandırılır. Ulaşılabilir en eski (kadim) zamanları içeren ve sonraki dönemleri içine alan genel tarih yazımlarında karşılaşılan güçlüklerden, daha doğrusu yeterince uzlaşılamayan konulardan biri; geçmişin dönem, evreya da çağadı altında sınıflandırma ameliyesizde görülür.
Tarihsel dönemleri batının kendi icat ettiği geçmişine göre uyarlayıp dünyanın geri kalanını da bu icadi geçmişin penceresinden görmek, geriye kalanları karikatürize etmektir. Bu karikatür ne kadar şık bir tabloya dönüştürülürse dönüştürülsün, batı orijinli kavramların rengi içinde tüm yeryüzü mirası çeşitliliğinden soyundurulmuş, zenginliği azaltılmıştır. Tekbiçimleştirilen bir dünyanın uygarlık algılaması, doğan ve doğacak olan dünyasal bunalımları çözmede gerekecek olan alternatifleri de birlikte yokedecektir. 


* Ilya Prigogine – Isabelle Stangers, Kaostan Düzene, (Çev. S. Demirci), İstanbul 1996; Wallerstein başkanlığındaGulbenkıan Komisyonu, Sosyal Bilimleri Açın – Sosyal Bilimlerin Yeniden Yapılanması Üzerine, (Çev. Ş. Tekeli), İstanbul 1996, bu anlamda yapılan önemli çalışmalardır. Ayrıca, Bourdieu - Chomboredon - Passeron, Metier de Sociologue, Paris 1973; Fernand Braudel, “Tarih ve Toplumsal Bilimler”, Tarih ve Tarihçi, (Çev. Alan Yayıncılık), İstanbul 1983, s. 69, konuya ilişkin çalışmalardır. Geniş bilgi için bk. Tahir Erdoğan Şahin, Bilim, Bilimler ve Bilgi Alanları, Ankara 2002.