Varlıklarına görerek ya da duyarak (şifahen) tanık olunan bu kaynaklar “yazısız” diye nitelendirilirler.Sözlü haber olarak kuşaktan kuşağa aktarılan destanlar, hikâyeler, masallar, efsaneler, menkıbeler, şiir ve fıkralar ise sözlü (şifahî) kaynaklar grubuna girer. Sözlü kaynaklar daha sonraki zamanlarda yazıya geçirilmişlerdir. Ancak, olaylar ağızdan ağıza geçerek değişikliğe uğradıkları gibi yazıya da çoğunlukla gerçekte olduğundan daha farklı biçimde yansımışlardır.
 Yazılı kaynaklar; herhangi bir olayı sonradan ele alıp anlatan yazılı eserler değil, doğrudan olaylarla birlikte yazılı olarak ortaya çıkan kaynaklardır. Örneğin, herhangi bir savaş sırasında tutulan notlar, bir antlaşma metni ya da bir kurumun meydana gelişi veya işleyişiyle ilgili yasa ve açıklamalar bu gruba girer. Bu tür kaynaklar kendiliğinden değer kazanırlar. Onların yorumlanması, ispat aracı olarak kullanılması daha sonra olur. Herhangi bir tarihçi, ele aldığı dönemi, o dönemin yazılı kaynaklarına dayanarak yazıyor ise bilimsel değeri o oranda artıyor demektir.
Yazılı kaynaklar oldukça çok çeşitli biçimlerde ve niteliktedirler. Kitabeler, ilk çağlardan günümüze kadar gelen çeşitli taş, maden, deri, mermer gibi maddeler üzerine yazılmışlardır. Çoğunluğu anıtsal yapı, çeşme, köprü gibi eserler üzerinde bulunur. Genellikle bir parçası durumunda olduğu yapıya ilişkin bilgi vermek amacıyla yazılmışlardır. Birçok kitabe ise herhangi bir yapıya bağlı olmaksızın doğrudan bilgi vermek amacıyla yazılmıştır. Şecereler, bir kimsenin ya da ailenin soyunu belirtirler. Bu soy çizelgesi geleneği bazı toplumlarda çok eski dönemlerden beri yerleşmiştir. Yıllıklar ve kronikler, olayların zaman sırasına göre kaydedildiği belgelerdir. Çoğunlukla resmi kayıt olarak düzenlenmişlerdir. Vakayinamelerde ise olaylar daha ayrıntılı olarak ele alınmıştır.  Kişilerin hayatlarını ele alan biyografiler,  bazı gezginlerin gezip gördükleri yerleri kaydetmeleriyle ortaya çıkanseyahatnameler ve kişilerin kendi hayatlarını doğrudan kendilerinin ele almasıyla meydana getirdiklerihatıralar vb.
Takvimler, fermanlar, paralar, kanunlar, mahkeme kayıtları, noter belgeleri, meclis zabıtları, vakfiyeler, mektuplar, her türlü resmî kurum kayıtları, dergi ve gazeteleryazılı kaynaklar grubuna girmektedir. Ayrıca, önceki devirlerde yazılan tarih ve edebiyat kitapları, sonraki zamanlarda başvurulan kaynaklardır. Ancak, bunlar ikinci elden kaynaklar (araştırmalar) olup birinci elden kaynakların verdiği bilgilerle karşılaştırılarak kullanılmalıdır.
Tarihsel çalışmalarda her türlü kaynak doğrudan ifade aracıdır. Yazısız bir veri ile yazılı bir belge, ifade aracı olmaları bakımından eşdeğer öneme sahiptirler. Yazı,   ifade araçlarından ve uygarlığın parametrelerinden yalnızca biridir. Tarih yazımlarında “yazı”yı esas alarak yapılan ayrımlamaların veya “tarih öncesi” – “tarih çağları” biçimindeki açımlamaların makul, mantıklı ve geçerli hiçbir dayanağı yoktur. Alışılagelmiş ve fakat tutarsızlığı aşikâr olmuş kavram, kuram ve modellerden hâlâ vazgeçilemiyorsa, bu, bilimsel çalışmalarda “olabilir”likle geçiştirilebilecek bir hoşgörü çerçevesine sokulamaz. Bilimde hoşgörü doğrudan taviz anlamına gelir. Taviz ise bilimsel çalışmaların yozlaştırılmasından başka bir şey değildir. 
Verilerin değerlendirilip tarihsel metne dönüştürülmesi
Yukarıda, genel çizgileriyle kaynak kavramına ve çeşitlerine değinildi. Bunlardan gerektiği gibi yararlanmak için belli bir yöntem uygulanır. Birincisi;  ele alınmak istenen dönem ve konularla ilgili verilerin, yani ilk elden bilgilerin belirlenip toplanmasıdır. Daha sonra verilerin doğruluğu, zaman olarak önceliği ve yazılmak istenen eserdeki yeri göz önünde tutularak sınıflandırılır. Yapılan bu işe tasnif de denilir.
İkincisi; önemine, zamanına ve önceliğine göre sınıflandırılan verilerin çözümlenmesidir. Geçmişe ilişkin gerçekliğin bugüne sunumu, basit bir bilgi aktarımı olarak kalmaz, bu bilgiler yarattığı etkilerle anlam kazanırlar. Bu nedenle, yaşanmış geçmişin nasıl yaşandığının doğru bilgisi, kaynakların olduğu gibi ya da öznel çıkarlara uygun biçimde kullanımını değil, içeriğinin analizini gerektirir. 
 Çözümleme; mevcut verilerin genel bir değerlendirilmesi, gözden geçirilmesidir. Böylece, daha önce yapılan sınıflandırma sonunda sıraya konan belgeler, bu kez daha ayrıntılı olarak gruplandırılır. Herhangi bir bilginin, konu içinde yer alıp alamayacağına veya nerede, ne şekilde kullanılabileceğine karar verilir. Çözümleme, bir verinin incelenmesi, yani analizi olduğu için daha bu aşamada, o verinin gerçek bilgi kaynağı olup olmadığı da anlaşılabilir.
Üçüncüsü; çözümlenen verilerin eleştirilmesidir. Bu aşamada tarihçinin daha titiz davranması gerekir. Tarihin araştırıcı bir bilim olmadığı dönemlerde yazılan tarih kitaplarında, başvurulan kaynaklar çoğunlukla kritik edilmeden kullanılmışlardır. Ele geçen bilgileri nakletmek (aktarmak) yeterli görülmüştür. Ancak, bilimsel tarih yazıcılığında belgelerin eleştirisi büyük önem taşımaktadır.
Herhangi bir kaynak doğrulanırken iki açıdan ele alınmaktadır. Dış kritik, kaynağın düzmece olup olmadığının, yazarı bilindiği hâlde ne zaman ve nerede yazıldığının, ele alınan eserin ya da kalıntının kim tarafından yapıldığının ve kaynağın özgün mü, taklit mi olduğunun anlaşılması için yapılan çalışmadır. İç kritik kaynakların içeriğinin doğru olup olmadığının anlaşılması işidir. Böylece, verilen bilgilerin güvenirliği görüldükten sonra, o kaynağın değerlendirilmesi sağlanır. Bunun için: a) Ele alınan kaynağın verdiği bilgiler, o döneme ilişkin diğer kaynak ve belgelerle karşılaştırılır, b) Kaynağın ortaya konulduğu dönemin şartları göz önüne alınır, c) O kaynak ya da belgeyi oluşturan kişinin düşünce yapısı ya da dinsel ve etnik kökeninin, verdiği bilgilere yansıyıp yansımadığının bilinmesine çalışılır, ç) Kaynakta verilen bilgilerin çelişkisiz, mantıklı ve tutarlı olup olmadığına bakılır (Togan, 1950, 82-87; Kütükoğlu, 1988, 34).
Daha açık ve anlaşılır olması açısından yaptığımız bazı ekleme ve izahlar dışında, kaynaklara ilişkin yukarıda belirtilenler ile yöntem konusunda değindiklerimiz tarih ve tarihçilik konusunda genel kabul görmüş bilgileri içermektedir. Kaynaklar üzerindeki her türlü eleştiri ve filolojik incelemeler hiç kuşkusuz olguların keşfine ve tarihsel metnin kurulmasına giden yolu belirleyecektir.
 Tarihsel metnin belirlenmesinde salt dokümanların değil, tarihçinin etik ve estetik kaygılarının olması doğal ve oldukça önemlidir. Çünkü tarih, geçmişin kendisinin bugüne gelmesi değil, bilgisine erişilen bir geçmişin yeniden ve fakat ifade aracılığıyla yeniden kurulmasıdır. Başka bir deyimle, tarih, geçmişin kendisi değil, geçmişe dair bir bilgi örüntüsüdür. Bunu icat edilmiş basit kurgusal metinlerden ayırt etmek gerekir. G. G. Iggers’in ifadesiyle “tarihsel anlatılarda her türlü gerçeklik iddiasını yadsıyan bir kuram ile tarihsel bilginin karmaşıklığının tam anlamıyla bilincinde olan, ama gene de, gerçek insanların gerçek düşüncelere ve duygulara sahip olduklarını ve bunların gerçek eylemlere yol açtığını, bu eylemlerin de belirli sınırlar içinde bilinebileceğini ve yeniden canlandırılabileceğini kabul eden bir tarih yazımı arasında fark vardır” (Iggers 2000, s.122). Tarih geçmişe ilişkin ortaya konulan bilgilerden oluşmuş bir metin, hatta edebi bir metindir. Tarihçinin edebi metin sunması, onun edebiyat yaptığı anlamına gelmez. “Tarihçinin çalışması arşiv araştırmalarına bağlıdır ve kaynakları kendilerini kuşkuya yer bırakmayacak bir biçimde sunmasa da, bunlar her şeye rağmen güvenirlik ölçütlerine tabidir. Tarihçi daima sahtekarlığa ve yanıltıcılığa karşı ihtiyatlı olmak zorundadır; bu yüzden de yolu ne kadar karmaşık ve eksik olsa da, bir gerçeklik kavramıyla ilerler” ( Iggers 2000, 143 ) 
Tarihçinin ele aldığı bir konuyu yansız, öznelliğe düşmeden ifade etme çabasının, yüzyıllar öncesine giden “kanıtlama ve ikna etme” kaygısıyla yapılan atıfçı bir geleneği vardır İslâm dünyasında daha çok hadis çalışmalarında görülen bu tutum, XVI. yüzyıl sonlarından itibaren anlatılarını eski elyazmalarına gönderme yaparak “dipnot” düşme sistemine doğru evrilmiştir (Burke, 2001, 209).