Dipnotlarda belirtilen kaynakların sayısı ve niteliği, okurlara metnin kanıtlanması dışında, onu daha çok bilgilendirmek, daha çok bilgi isteyenlere bir çeşit klavuzluk yapmaktır. Dipnot düşme yoluyla tarihsel bilginin kanıtlanması hâlâ geçerli ve gereklidir. Teknik olarak makul, etik olarak gerekli olan bu süreçte etik dışı olan, tarihsel olayın kanıtlanmasından çok tarihçinin kendini kanıtlama çabasında oluşudur. Yaptığının bilimsel bir çalışma olduğuna inandırma yoluyla kendini tarihçi olarak kaale aldırmayı öncelleyenlerin abartılı dipnotlaması, metinler üzerinde yapılan basit göz boyamalardır. Her cümlenin sonunda olması bir yana, basit bir cümlenin kelimeleri arasına sonradan iliştirilmiş düzdünya yerli yersiz atıflarda bulunarak “ ne kadarda çok kaynak taramış!”dedirtebilme çabaları, bilgi kaynaklarına çok kolaylıkla erişilebildiği günümüzde artık gülünç bir takıntıdır.
XIX. yüzyıldan beri tarih yazımında eleştirel bir tutum izlenmektedir. Ele alınan bir konu üzerinde çalışılırken, bulunan kaynaklar eleştiri süzgecinden geçirilmekte, gerekli değerlendirmeler yapıldıktan sonra yazılmaktadır. Tarih araştırmacısının yapacağı son iş; ele aldığı konuyu, seçimini yaptığı kaynaklardan yola çıkarak yazmak olacaktır. Ancak, tarihçinin, “araştırmaya getirdikleri ile araştırmanın tarihçiye yaptığı etki arasında sürekli bir diyalektik etkileşimin olduğunu” (H.White, 37-53’den nakl. Iggers 2000 , 120) da unutmaksızın bazı niteliklerinin olması gerekmektedir. Örneğin, araştırma yapan bir tarihçi, düşünür ve yazarken, neyi, nasıl ve niçin yaptığının farkında olmak zorundadır. Araştırma tekniklerini iyi bilmeli; doğru, anlaşılır bir ifade gücüne sahip ve tarafsız olma kaygısı içinde bu tekniklerden geniş ölçüde yararlanabilmelidir. Tarihçinin kanıtlaması gereken, geçmişin gerçekliğini somut verilere dayandırdığını ve üst bir akılla çözümleme yapabildiğini ortaya koymaktır. Bunu yapmaya yetkin olmayan kimselerin tarihçi olması, ne seri üretime tâbi tutularak dağıtılan akademik unvanlarına sığınarak ne de kitap-dipnot koleksiyonculuğu yaparak başaracakları bir iş değildir. 
İnsan, kültür ve ahlak bağlamında tarih, tarihçi ve etik
Tarih, ağırlıklı olarak insan-toplum, insan-doğa ilişkilerini ele alan, toplumsal gerçekliğin anlaşılması ve yorumlanması yönünde ortaya çıkan bilme eylemliliği sürecinde üretilen sosyal bilimler ile maddi dünyanın nesne ve olaylarını ele alan doğa bilimleriyle doğrudan ya da dolaylı bir ilişki içindedir. Tarihin tanımı, temel öğeleri, konusu, tarihsel çalışmaların amacı, yöntemi ve insan etkinlikleri bağlamında gözönüne alındığında; felsefe ve teoloji yanı sıra etikle bağıntısı özel bir önem kazanır.
Olaylar ve onları belgeleyen kaynaklar geçmişin bir ürünüdür. Oysaki tarihçi kendi zamanındaki şartların ve anlayışın etkisi altında yetişir. Bu nedenle; tarihçinin, geçmişi değerlendirirken yaşadığı dönemden etkilenebileceği gözden uzak tutulmamalıdır (Tosh, 1997, 71).
Genellikle “tarihçi bireyin belli bir topluma, yani belirlenmiş parametrelere göre yaşanılan bir kültüre mensup olduğu”ndan hareketle tarihsel olaylara yanlı bakmasının kaçınılmazlığı, objektif olamayacağı vurgulanır. Bu söylem üstü örtük olarak tarihçi kendi kültürel bağından kopabildiği oranda objektif olabilirmiş gibi bir anlayışı sergiler. Oysaki bu hemen hemen hiç mümkün olmayan bir şeydir. Bireyin kendi kültürünü yok sayması tuhaf ve nafile bir çaba, kopmuşluğunu iddiası basit bir yanılsama veya kendi dar çerçevesinde yeni bir kültürel kodlamanın egemenliğine ramolmaktan başka bir şey değildir.
 Tarihçi ya da birey, kendi dışındaki olayları objektif yorumlama niyeti (bir anlamda inancı) taşıyorsa -ki taşımalıdır- kendi kültüründen ve edindiği ahlakından kopma gibi anlamsız ve imkânsız bir gayret yerine, kendi ve kültürüyle olan ilişkisini analiz etmeyi bilmeli, bu mümkün çabada üst/evrensel bir bakış yeteneğini geliştirmenin yollarını aramalıdır. Bu açı, tarihçiyi yalnızca objektif olma yolunda onu sanatçılarda olması gereken aykırı ve fakat olduğu gibi bakabilme cesaretine ulaştıran yol gibi de gözükmektedir. Toparlamak gerekirse, etik bağlamda olumlu pozitif bir duruş gösterme niyeti taşıyan tarihçinin kendi kaçınılmaz değerlerinden kaçma çabasının anlamsızlığı yerine, kendini kendi kültürü içinde anlamasını görebilecek yetide olması okurlarına çok daha güven verecektir. 
Toplumun temel yapı taşı olan insan, bireysel varlığı ve kişiliği ile toplumsal kurumlara şekil verdiği kadar, tarihî olaylarda da her zaman önemli olmaktadır. Elbette ki tarihçi, tarihsel olayları işlerken doğal olarak insan-toplum bütünü içinde bunu verir, ancak, tek tek bireylerin psişik yapılarını vurgulamaz. Genel anlamda insan olgusunun çağrışımlarının sürekli olarak bilincimizde yer ettiği kabulüyle psişik detayları tekrarlamaz. Fakat bazı olaylarda, o olayı kanıtlayan belgeler eşliğinde bizzat olayın vuku bulmasında etkin olan bazı kişilerin özgün hâllerini de yeri geldikçe açıklar. Her şeyden evvel, tarihin öznesi olan insanın temel arzuları bilinmeden, onun toplum içindeki davranış biçimleri anlaşılmadan olayların açıklanması en azından eksik olacaktır. Bir başka ifade ile toplumsal olaylar, birey-toplum bütünlüğünün birlikte ele alınmasıyla açıklanır. Tarihsel olaylara da insan ve insanların neden olduğundan hareketle, insanın psişik yapısı ve ahlaki kaygılarının bilinmesi tarihçi için kaçınılmazdır. İnsanın biricikliği ve kendine özgün taraflarının olması, toplumların da farklı kültürel kodlara sahip bir gerçeklik olarak benzersizliği; merkezi bilim olarak tarihin, sosyal bilimler kapsamındaki siyaset, sosyoloji ve ekonominin ele aldığı konularda karşılaşacağı değerler ağına karşı dikkatli olmasını gerektirir. Bu dikkat, katı nesnellik ve salt nicel verilerde takılı bir körlüğü değil, nitel olarak anlaşılması gereken insani ilişkilerin anlamlandırılması, anlaşılması ve açıklanması yolunda nesnel bir tutumu ve gerektiğince nicel verileri kullanmayı gerektirir. Tarihçinin kendi yaşadığı toplumun lokal değerlerini geçmiş olayların üzerine abandırması, geçmiş olaylar hakkında ahlaki yargılarda bulunması, yalnızca geçmişi öznel parametrelerine mahkum etmez, o tarihçiyi kendi ahlakçılığının ahlaksızlığına mahkum eder.
Geçmişin ahlaka ilişkin olayları hakkında bilgi vermek için tarihçilerin elinde, açıkça suçlamalar dışında, yorum yapmaksızın anlatımda bulunabileceği çok çeşitli imkânlar vardır (Evans 1999, 58). Bu nedenle, doğrudan ahlaka ilişkin olaylar, tarihçinin içinde yaşadığı geçici ahlaki değerlerini doğrudan devreye sokmadan da açıklanabilir. Geçmişteki bir olayın, örneğin bir sahtekârlığın ortaya konulması genel ahlaki bir sorumluluktur. Yapılan çalışmada o sahtekârlığın arkasındaki insana varma noktasına gelinir. Böylesi bir olayda tarihçi etiği, yapılan sahtekârlığın gerekçelerini de ortaya koyabilmektir. Tarihçi asla fark etmekle yetinmez, fark ettiğinin nedenlerini keşfetmekle de sorumludur. Bu, ahlak ya da ahlaklara karşı mesafeli, ancak ahlak dışı olmayan bir tutumun,   yani etik bir duruşun ifadesidir. 
XXI. yüzyıl bilim anlayışı, metodolojik yaklaşımların reflekstif, ayrımcı, birbirinden kopuk ve sterilize olmuş bağlantısız bloklaşmalar yerine, tüm metodolojik yaklaşımları, nitel-nicel ayrımlarını ya da öznel- nesnel açılımları karşıtlıkçı bir platformdan çıkarıp üst bir platformda bir bütün olarak görme eğiliminde olacağının ip uçlarını vermektedir.
Tarihin niteliği, nasıl işlediği, hangi amaçla olduğunu bilmek tarihsel düşünmenin mantığını kavramış olmakla mümkündür (Collingwood, 1990, 27-28). Tarih, “belge” dediğimiz somut nesnelerden hareketle kendi bilimsel yöntemini tâyin etse de tarihsel geçmişin, tarihçinin zihinsel çabalarının bir ürünü olduğu, geçmiş olgusunun tarihçiler tarafından düşünce bazında inşâ edildiği unutulmamalıdır. Felsefî anlamda belli bir düşünce tabanı olmayan kişinin, tarih bilimi adına önemli bir katkısının olacağı beklenemez. Esas itibariyle felsefe, doğa/hayat hakkında toplu bir görüşün araştırılması, evrensel bir açıklama denemesi (Weber, 1949, 1); varlık hakkında bilinçli ve derinleşen düşüncelerin kavramsal bir ifadesidir (Heimsoeth, 1986, 12-18). Tarih ise hayatın geçmiş boyutu hakkında ve fakat belgeler ışığı altında düşünce ve ifade eylemi olarak görülür. Bir anlamda tarihsel düşünüş ile felsefi düşünüş arasında kısmî bir örtüşme, en azından bir cephesiyle yakınlaşma görülürken, bu ilişkinin ince ve derin bağı tarihçinin etik duruşuyla sağlanır.