Yitik ayazların örtüsüzlüğü aralıyor gözlerimi. İftara az kala çaysızlıktan iflahı kesilmiş meczup gibi doğruluyorum. Gecenin, sehere dönük yüzünü selâmlıyorum. Müsaadesiyle kalemime sarılıyorum.

***

Hiç bitmeyene ve başlamamış olana… Gecenin alacasında sönmüş, göz kırpan bütün sokak lambalarının aksine “şavkı pencereden vuracak” cinsten olanı vardı. Haritaların puslu çehreleri aldatıyordu insanlığı. Haritalara inat buldum şavkı penceren vuranı.

-Nerede insanlık?

-Çoğu köşeyi dönmüş, ışığı görememiş. Yazık!

***

            Yıldızların çizdiği sınırların düşüyle… Yalnız geceye değil beş vakte sefere çıkarlar. Gökten inen mucizenin kapıları aralanır. Şairin dediği gibi “Savaşçıyım ben atalarım gibi; Savaşırım ben İstanbul için.” diyen bir neslin umutları evlatları… Sağına soluna bakmadan sırtlanır bütün yükünü mucizenin.

            Ve davranır tanklara doğru… Dağ ve taş ürperir. Zalim titrer, zulüm parçalanır. Hain ve de hadsiz olanı; bombalar halkı kâfircesine. Hakk’ın uğruna koşar, uzak kaderlerin çocukları. Koşar batılın firavun nefesli sahte kanatlarına karşı. Dağdan gemiler yürüten Fatih’in torunları; durdurur tepesinde avare uçuşan uçakları! Paletleri koparan taşlar gibi; parçalar halk hükümdarlık rüyalarını. Birliğiyle dirliğiyle ülküsü için savaşır halk. Halk dedimse işte şu bizim tankları, tüfekleri zapt eden HALK!

Uzak kaderlerin çocukları

Soğuk güneşlerde at süvarileri…

Gecenin yapraklarından kayıklarıyla,

Şu bizim, uzak kaderlerin çocukları.

            Bu bir,  gül ağacının yeşereceğinin muştusudur. Fetretin biteceğini haykırır dört nala atlılar… Ufuklar boyanır eleğimsağmalara ve güneş selâm durur yiğitlerine. Bir gül ağacını yeşertmek üzere dirilen 161 şehide, yaralanan bin 440 cana, gecesini gündüzüne katıp direnen halka selâm olsun…