“HOŞ GELDİN YAĞMUR”
Hz. İsa Aleyhisselam’ın vefatının 569. seneyi devriyesiydi o yıl ve Ebrehe ile güruhunun Ebabil kuşları tarafından hüsrana uğratıldığı Fil Olayı’ndan ise tam elli gün sonra…

Daha ‘O’ (sav) dünyaya gelmeden önce nice haller hâsıl olmuştu: Bin yıllık ateşler sönüp küle dönmüş, Nuşirevan’ların saraylarının sütunları yerle bir olmuş, seva nehri taşmış ve sanki tüm bu hadiseler, yeryüzü ile gökyüzü o Kutlu Misafir’in(sav) teşrifine hazırlanıyor, diye haykırıyordu.

Mevsimler ismi ile devrediyor, kıtlık baş gösterince kurak gönüllerde, adı ile bereket, yâdı ile ihsanlar sunuyor, diller, umudu sönmüş nice kandiller O’nun geleceği günü, çölde suyu bekler gibi bekliyordu. Hz. Âdem’den bu yana, nesilden nesle intikal eden ve o alınlardan pak alınlara geçen nur-ı melâhat nihayet yatağına ulaşmış, sahibinde vuk’u bulmuştu… Günler, haftalar, aylar geçmiş ve kapkara, putlu, kirli seneler artık miadını doldurmuş, yeni bir baharı solumak için zifiri geceler, yerini gündüzlere bırakıyor; artık zaman da kendini o Kutlu Misafir’in(sav) kucağına atıyordu… Ve nihayet beklenen ân gelmişti. Şair N. Genç’in de dediği gibi:
“Var Eden’in adıyla insanlığa inen Nur
 Bir gece yansıyınca kente Sibir dağından
 Toprağı kirlerinden arındırır bir Yağmur
 Kutlu bir zaferdir bu ebabil dudağından
 Rahmet vadilerinden boşanır ab-ı hayat
 En müstesna doğuşa hamiledir kâinat…”

 Kalplerin Güneş’i(sav),Rebi’ülevvel ayının on ikinci pazartesi gecesi, Rumi takvimine göreyse Nisanın 20’si, sabaha doğru henüz tan yeri ağarmaya başladığı vakit, âlemi başka bir âleme bürümüş, adeta “Selâmun Aleykum” demişti. Dünyaya gözlerini açınca, aydınlık bir zaman dilimi oluşmuş, yer ve gök ehli o Kutlu Misafir(sav)  için pervane gibi dönüp durmuştu.

Sevgili peygamberimiz(sav)daha olacaklardan habersizdi. Çocuk safiyeti ile etrafına nazar ediyor, neyin ne olduğunu henüz fark edemiyordu. Yüce Mevla(cc) kutsi vaziyefeyi yükleyeceği bu Mübarek insanı kendi eliyle terbiye etmek için tüm zemini hazırlamıştı adeta. Hüzün ile yoğrulmak, acı ile pişmek belki de yetim gönüllere hayat üflemek için, daha doğmadan yetim kalmış, altı yaşında da mübarek annesinden mahrum bırakılmıştı. Dedesinin de vefatı ile amcası Ebu Talip de kol kanat germiş, sahip çıkmıştı fakat yetimliği ve öksüzlüğü iliklerine kadar onun gibi yaşayan yoktur çünkü hayatı hep farklı gölgelerin altında geçmiş fakat her anı ile Allah’ın himayesine tabi kılınmıştı.

O,  yeryüzünün en çileli, en dertli insanıydı. Gözü hemen hemen her zaman nemli, gönlü ise hep buruktu. Sığındığı Rabbinden başka neredeyse kimsesi yoktu. O hem yetimliğin, öksüzlüğün yükü hem de “emrolunduğun gibi dosdoğru ol, sana bildirileni insanlara anlat!” kutsi itamı ile vazifeli müstesna bir nurdur.

Yaşadığı dönemde insanların çürümüş kalpleri, yozlaşmış nice inançları, yaşayışları karşısında hüzünleniyor ve haykırıyordu: “Gelin, İman edin; hidayete erenlerden olun!”

O, onların saadeti için mücadele ediyordu fakat o kara kalpliler ise onun acı çekmesi için ellerinden geleni yapıyorlardı. İşte, Taif’te de aynısı olmuş, geçtiği yollara dikenler serpilmiş, hakikat yolları tıkanmaya çalışılmış, taşa tutulmuş; eli-ayağı, yüzü-gözü kan revan içinde bırakılmıştı. Cibril(as),istersen şu dağı başlarına devirip helak edeyim dediğinde, o Merhamet İnsanı ise şöyle demişti: “Hayır onlar bilmiyor, bilselerdi yapmazlardı.”

Kâbe’de Allah’ın evinde, Allah’a kul ve bende olduğunu beyan ederken üzerine, o canım bedenine, işkembeler atılmış, kalplerdeki kin ve nefret etrafa dağıtılmıştı. O, bunca ağırlığın altında ezilirken bile ‘ümidinden bir şey yitirmemiş, ağlayan kızına, Fatıma’sına o haliyle teselli vermiş “üzülme kızım Allah, babanı zayi etmeyecektir. ”demişti.

Kin cephesinin tükenmeyen eziyetlerine karşın bir de iffet, cesaret, adalet ve sadakat erleri vardı etrafında. Onlar ise o eziyet çeken insana daima “anamız, babamız, canımız, malımız sana feda olsun ey Allah’ın resulü!” derdi. Hele ki Ebubekir’in, o zerafet ve sadakat insanının, koşa koşa gelip seni düştüğün yerden kaldırırken haykırışı aradan asırlar geçmesine rağmen gönüllerde yankı buluyor: “Rabbim, Allah dedi diye bir insanı öldürecek misiniz?”

Ah ismi ile müsemma olan Efendim, asırlar geçti aradan hala adınla can bulan Ebubekirler, Ömerler, Aliler, Osmanlar, Talhalar, Mus’ablar var ve asırlar geçti hala Ebu Cehiller, Ebu Lehebler ayaktalar, kıtalar dolaşıyorlar.

Günlerimiz daha bir güzel ve kıpırtılı Ya Resûlallah, zira hazırlıklar başladı, topyekûn müminler selamını:
“ Ve Aleykum Selam Ya Resûlallah!
Hoş geldin ey dürr-i yekta, ey Yağmur…
Hoş geldin ey adına kâinatın yaratıldığı Nur…
Hoş geldin… hoşş!” diyerek karşılıyor...