M. Ali AKDAĞ

80'li yılların ortaları, muhtemelen Lise 2. sınıfa geçtiğim yıl...

Erzincan'da, bağda bahçede, iş güçle geçecek sakin bir yaz tatiline hazırlanırken; İstanbul'da ikamet etmekte olan abim, Fatih'te alanında başarılı Kur'an kursları olduğunu, yaz tatili için özel programlar açıldığını, benim kaydımı da yaptırmak istediğini söyleyince bir anda İstanbul yolculuğum başlamış oldu.

Osmanlı mimarisinde eski bir medrese, yüksek kubbeli ferahça sınıflar, avlusunda aheste aheste su akan mermerden bir şadırvan... Anadolu'nun birçok ilinden gelmiş pırıl pırıl bir yığın genç meraklı gözlerle etrafı tanımaya çalışmakta...

Barınma ve Eğitim işlerinin koordinasyonu ise açık liseden tıp fakültesine kayıt yaptırmayı başarmış, bizden 3-4 yaş kadar büyük Trabzonlu bir abimize teslim edilmiş.

Üç aya yakın zaman geçirdiğim bu dönem, bana hayatımın en içeriği geniş ve manalı derslerini öğretmişti diyebilirim.

Pazar günlerinin tatil oluşundan istifade ederek 10-15 kadar arkadaşımızla, hocamız da başımızda Adalara gezi planlamıştık. Birçoğumuz için ilk defa gidilen İstanbul'u imkan ölçüsünde gezmek icap ederdi.

Bir gün önceden planlar yapıldı; kumanyalar hazırlandı. Herkes genel masrafa düşen payını ödedi ve pazar sabahı erkenden yola koyulmuş olduk. Otobüs, vapur derken adalardan birinde indik. Yurdumun cennet köşelerinden biri; tarih kokan taş döşeme sokaklar, doğaya uyumlu küçük villalar, balkonlardan fışkıran renk cümbüşü çiçekler, güller, ruh okşayan orman, fayton sesleri, her tarafı sarmalayan deniz, umutla uçuşan martılar... Demek ki kitaplardan öğrendiğimiz ada işte böyle bir yermiş. Gezmeler, koşuşmalar, güreşmeler, top oynamalar, her şey gerçekten çok güzel gidiyordu.

Derken güneş tepeye yükselmiş, akabinde öğlen vakti girmişti. Namaz eda etmek için hazırlık yapıldı. Ağaçların arasında, rüzgarın tatlı esintisi eşliğinde namaza duruldu. Birkaç sevimli köpek meraklı bakışlarla etrafımızda kısa bir dolaştıktan sonra dinlenmeye koyuldular. Yakınımızda uzanan iki şeritli yoldan nadiren geçen araçlardan başka etrafta kimsecikler yoktu. Bazen bir otomobil sesi yükselerek yaklaşıyor sonra alçalarak uzaklaşıyordu, biraz sonra bir diğeri... Kendilerince ada turu atıyorlardı. Derken bir otomobil daha yükselen sesiyle geldi ama geldiği gibi gitmedi. Biraz uzaklaştı, durakladı sonra geri geri hizamıza kadar geldi. Kimimiz Namaza devam ediyorduk, kimimiz de dua halindeydik.

Camı yarıya kadar indirilen araçtan dışarıya uzatılmış bir fotoğraf makinesi ve zor duyulan birkaç çıt çıt sesi ve belli ki dönüşü mutlaka olacak yeniden bir gidiş... Bunlar kimdi, neden böyle yapmışlardı, bilemiyorduk içimize bir tedirginlik düştü, açıklayamadığımız bir huzursuzluktu...

Dönüşe karar verdik, vapurla Eminönü, Sahilde balık ekmek, derken otobüsle kalacağımız yere ulaştık.

Dünkü garip davranışlı adamların beklenen dönüşü ertesi gün olmuştu.

Basının, boyalı- boyasız diye ayrıldığı dönemde, hem de en boyalısından bir gazetenin ön sayfasında "Ada'da Şeriatın Ayak Sesleri! Tarikat Kampını Görüntülemeyi Başardık!" manşetiyle bir haber, ayna misali net bir fotoğrafla da desteklenmiş durumda.

                İşte o gün önemli bir ders daha almıştım hayattan, basın isterse böyle de çalışabiliyormuş diye...

                Temmuz sıcağı ağır nemle işbirliği yaparak İstanbul üzerine bütün acımasızlığı ile yüklenince günler biraz daha yavaş geçiyor, köylerinden belki de birçoğu ilk defa ayrılan arkadaşlar hasret dolu duygularla memleketlerindekilere anlatma yarışına giriyorlardı. Ağustos'tan daha yeni birkaç gün uğurlamıştık. Bir akşam üzeri abim geldi, kısa bir hal hatırdan sonra "Hacca gideceğini, oradan da Erzincan'a geçeceğini söyledi."

                Otobüs parasını da kapsayacak şekilde cömert denilebilecek bir harçlık bıraktı ve vedalaştı.

                Önümüzdeki pazar günü programım belliydi artık. İlk önce Eyüp Sultan Hazretlerini ziyaret edecek, sonrasında da Beyazıt'ta açılan Beyaz Saray Kitap Fuarı’nda kendimce alışveriş yapacaktım.

                Çevremdekilerden, kitapların çeşitliliğini ve hesaplı oluşunu dinledikçe içim içime sığmıyor, adeta pazar sabahını iple çekiyordum.

                Vakit gelince erkenden hazırlandım. Memleket için yol masrafı ve bir miktar harçlık ayırdıktan sonra tüm paramı yanıma alarak Topkapı'dan aktarma yaparak Eyüp Sultan Camii'ne vardım. Hissettiğim iç huzuru tabiri caizse zirvedeydi...

                Ayrılık vakti gelince hürmet ve muhabbetle veda ettim.

                Beyazıt minibüslerine doğru ilerleyip kendimi güç bela birisine attım. Ücret vermek için cebimde kısa bir yoklama yaptıktan sonra küçük olduğuna kanaat getirdiğim parayı çıkarıp şoföre uzattım. Kitap seçme hayaliyle bir süre yol aldıktan sonra cebimi bir yokladım ki... Aman Allah'ım! Sanki bu cep bana ait değildi, içi bomboştu, kendi cebim bir an yabancı geldi bana... Gayri ihtiyari "Param, param yok! Param çalınmış!" diye feryat ettim. Şoför aracı durdurdu. Herkes birbirine bakıyor ve beni "Ne kadardı?, Diğer ceplerinden birine koymuş olabilir misin?" diyerek soru yağmuruna tutuyorlardı. Karşılaştığım her gözü "muhtemel suçlu" farz ediyordum.  İçimden "Sen mi aldın?" diye sorasım geliyordu. Belki başkası almıştır, deyip yutkunuyordum. Paramı alanın minibüsten çoktan inmiş olacağı son anda aklıma geldi.

                Hayatımda ilk defa birileri benden haksız yere bir şeyler almış oluyordu. Olaya bir anlam veremiyor, beynimde karıncalanmalar hissediyordum. Belki de her gün başkalarının başına yüzlerce kez gelen bu olay kendi başıma gelince kabul edememiştim bir türlü...

                Kendimce bu davranışı insanlık suçu diye nitelendirmiştim.

                Neden mi?

                Çünkü bu hareketi Eyüp Sultan Hazretlerine karşı işlenmiş bir suç gibi görmüştüm.

                Çünkü; çalınan bir öğrencinin parasıydı.

                Hem de kitap parasıydı.

                Çaresiz araçtan indim; vücudumu tarifi zor bir sızı kaplamıştı... İstanbul anlamını yitirmiş gibiydi. Derin bir sessizlik içinde kaldığım yere doğru yürümüş, salondaki halı üzerine yüzüstü uzanıp kalmıştım. Kimseyi duymuyordum, kimseyle konuşmak istemiyordum. Bir müddet sonra, hocamızın omuzuma dokunarak şefkatli bir sesle beni çağırdığını fark ettim. "Mehmet Ali neyin var?" diye sordu, durumu anlattım. Cevabı; "Allah bir kapıyı kapatırsa, mutlaka başka bir kapı açar." şeklinde oldu. Moral verme olarak algıladığım bu durumu, kendi kendime acaba ne kapısı olabilir ki diye yorumlamıştım. Aradan birkaç gün geçmişti. Bir akşamüzeri, yurt nöbetçisi arkadaşımız herkesin salonda toplanması gerektiğini duyuruyordu. Kısa sürede herkes toplanmıştı. Hocamız geldi ve "Kuveyt'ten bir işadamının ziyarete geldiğini, öğrencileri görünce çok mutlu olduğunu ve bir miktar harçlık vermek istediğini" söyledi. Kısa bir sohbetin ardından birkaç kitap alabilecek miktarda -harçlık babında- para dağıttı her birimize.

                Parayı alınca kafamda yeni bir ışık doğmuştu. Önceden ayırdığım harçlık ile şimdikini birleştirince kitap alma amacıma ulaşabilirdim. Pazar sabahı ilk işim, Beyazıt Aksaray Çarşısı kitap fuarına doğru yol almak oldu. Meydanda beni ilk karşılayan tarihi Beyazıt Camii idi. Kuşluk vakti avlu, müdavim güvercinler dışında neredeyse bomboştu.

                Ata babalarımdan öğrendiğim kadarıyla, adet olan odur ki, kadim camilerde iki rekat namaz kılınması vaciptir.

                Şadırvana oturdum abdest almaya başladım ki, camiden orta boylu, hafif sarışın 45-50 yaşlarında Trabzonlu olduğunu sonradan öğrendiğim bir adam, bir şeyler okuyarak bana doğru gelmeye başladı. Göz ucuyla adamı takip ediyordum, hani camiden çıkmış olmasa, acaba benden ne koparacak duygusuna kapılmamak işten bile değildi.

                Selam verip diğer oturakta yer aldı, baş selamı ile mukabele ettim, abdest alma işi bitince bana "Uşağum talebe misin?" diye sordu. "Evet" diyince, "Ben Rizeliyim, Hollanda'da yaşıyorum, bugün geri uçacağım. Birkaç saat zamanım var. Ayasofya ve Sultanahmet Camisine gitmek istiyorum. Nasıl gideceğimi soracaktım." diye bir çırpıda birkaç şeyi anlatıverdi.

                Karşılık olarak " Abi biraz beklerseniz ben namaz kıldıktan sonra sizi oraya götürebilirim. Oralara daha önce gitmiştim biliyorum, bir kez daha gezmekte görmekte fayda var. Ben de şuradaki kitap fuarına gidecektim ama zaman sıkıntım yok, sonrasında da buraya dönerim" dedim. Böylece ayaküstü tanışmış olduk.

                Adam bu yardım teklifime mutlu olmuş, sevinmişti, teşekkür etti...

                Camiden çıktığımda tanıştığım kişi bekliyordu, "Buyur gidelim" deyince cevaben; vazgeçtiğini, camileri daha geniş zamanda gezebileceğini, kendisinin de kitap fuarından bir şeyler almak istediğini söyledi. "Siz bilirsiniz" dedim, beraberce fuara gittik. Stantları gezerken, adam hangi kitapları kendisine tavsiye edebileceğimi soruyor, kendisinden fikir sorulmuş olma mutluluğu ve özgüveniyle önerilerde bulunuyordum. O da söylediklerimi aynen alıyordu. Ben kendime göre duyduğum, merak ettiğim kitapları ve taşıdığı fiyatları inceleyerek alıyordum. İşimi tamamlamış durumdaydım. Arkadaşım, kendi kitapları için bir koli istedi. Önce onun aldıklarını tek tek hesapladılar, miktarını söylediler. Sonra benim kitapları geçirmeye başladım. Adamcağız benim kitaplarımı da derleyip kasiyere "Bunlar ne kadar" diye sorunca, ben gayriihtiyari "Abi benim yeterince param var." dedim.

Eliyle, kibarca bana "Sus" işareti yaptı. “Sen öğrencisin.” diyerek hepsinin parasını ödedikten sonra ilginç bir şekilde benim kitaplarımı da alıp kendi kolisine yerleştirmez mi...

                Önce anlam veremedim. Belki de bu kitapları kendisi için seçtiğimi düşündü diye algıladım, çok da önemli değildi, param cebimdeydi ve yeniden alabilirdim. Nihayet fuar görevleri bir sicim ayarlayıp koliyi sıkıca bağladılar. Hiçbir şey söylemeden olanları anlamaya çalışıyordum.

                "Yolun açık olsun, uğurlar olsun" deyip geri dönecekken, adam bana dönerek "Bu koli ağır oldu, Fatih'e kadar nasıl götüreceksin ? " deyince bir an durakladım "Abi bunları sizin için seçmiştik." diye cevap verdim. "Ula uşağum, benim yüküm başımdan aşkın, bunun birkaç katı da uçağa alma parası vermem lazım. Ben Sultanahmet'e her zaman gidebilirim ama seninle her zaman karşılaşmam, bunları sana hediye aldım." deyince, hocamın "Bir kapı kapanırsa çok daha fazlası açılır." sözü aklıma geldi. Ayrılma vakti gelmişti, yeni arkadaşımla sarıldık, kulağıma eğilip "Duayı ihmal etme!" diye mırıldandı. Yükümün ağır olması nedeniyle, bana taksi tutması teklifini usulünce geri çevirip koliyi omuzladım. Fatih yokuşunu tırmanırken, kan ter içinde kalmama rağmen, yorulup yorulmadığımın farkında bile değildim.

                Evet dostlarım, üç aya yakın süren İstanbul maceramın ardından kursta öğrendiğim bilgiler, hayattan edindiğim ders niteliğindeki tecrübeler ve bir koli kitap ile köyüme dönme vakti gelip çatmıştı.

Görelim Mevla neyler...

Neylerse Güzel Eyler!

Kalınız sağlıcakla.