İnsan, Başıboş Bırakılacağını mı Zannediyor?

Allâh (c.c.), Kur’ân’da kusursuz tarifi yapılan mutlak ve mükemmel varlıktır. Yaratandır, Rahmândır ve Rahîmdir. O’nu en güzel tanımanın yolu, Kur’ân’a bakmaktır. 99 güzel İsm-i Şerif’iyle, zâtının ve sübûtunun gerektirdiği özelliklerle…

İnsan, yaratılmış olan, meleklerden ve diğer canlı-cansız varlıklardan üstün kılınan… Yoldan çıktığında ise hayvanlardan da aşağı dereceye düşürülen… Beşerîlik yönü üstün; hayvandan aşağı… Âdemiyet (insanlık, adamlık) yönü üstün; Meleklerden yukarı… Ortada bir terazi var. İnsanın ortaya koyduklarına, yapıp ettiklerine göre terâzinin kefesi sürekli değişiyor.

            Vahiy, asil olandan vekil olana, Allah’tan insana, halifeye, küllî irâdeden cüz’i irâdeye sürüp gelen bir ilişkinin adı… Hayatımızın her hali vahiyle donatılmış. Bedevîce yaşayıştan Medenîce yaşayışa geçişe de biz vahiy diyoruz. Her şey olması gerektiği kadar güzel olmalı, olmamasını istediğimiz kadar sakınmak zorunda olmalıyız. Ormanda kesilen ağaç, sanatkârının elinde nasıl mobilyaya veya san’at eserine dönüşüyorsa, insan da vahiy karşısında eşref-i mahlûkata dönüşmeli, esfel-i sâfilinden uzaklaşmalıdır.

Rabbimizin, “rükû edenlerle birlikte, rükû edin!” (Bakârâ/43) vahyinde nizâmı yaşamalı insan… “Nerede olursanız olun, ölüm gelip sizi bulacaktır!” (Nisa/78) hakikatini hissetmeli iliklerinde…(Hadîd/4) “Biz ona şah damarından daha yakınız!” (Kâf/16) murâkabesini yapmalı… “Sizin Allah’tan başka dostunuz ve yardımcınız yoktur!” (Ankebût/22) hitabında Rabb’ini ve emniyetini bulmalı insan…

            Allâh (c.c.) vahyetti, vahiy arı için bal oldu, toprak için elmas, rüzgâr için fırtına oldu, serinlik oldu. Yerlere vahyetti, nebâtatını bitirdi, göklere vahyetti, yağmurlarını indirdi, güneşe, aya vahyetti, dünyayı aydınlattı, geceleri süsledi… Balığa da vahyetti Allah… Karnındaki emanetini incitmeden iade etti. Hayvanlara vahyetti, insan emrine âmâde oldular, nizamı ayakta tuttular… İnsana da vahyetti ki; Yaratıcısına hizmet etsin, kendisini unutmasın, tüm dünyaya ve insanlığa umut olsun, rahmet olsun, şifâ olsun… İnsan-ı kâmil olup, eşref-i mahlûk olsun. Rabbinin cennetlerine namzet olsun.

            Din bir hayat tarzıdır. Nebîler, peygamberler de aracılık vazifesi yapan özel görevliler… İnsanları Allâh ile barışık kılmak için “neredeyse kendini helâk edecek olan” kutlu elçiler, rehberler… En doğru olanı gösteren kılavuzlar… Teslimiyeti, örneklikleriyle ispât eden emîn insanlar…

            Mü’min insan ise; Kur’ân’ın dört temel niteliğini tanıdığı ve teslim olduğu ölçüde felâh bulacak olandır. Bunlar; Tilavet (Kur’ân’ı lâyık-ı veçhile anlayarak okuyacak), Tâlimât (hükümleriyle amel edecek), Tezkiye (nefsini ve toplumunu onunla arındıracak) ve Hikmet (Hayatın ibretler aynasına hikmetle bakacak)…

            İnsan Allâh’ı unutursa, Allâh’ta (c.c.) insanı unutur. Oysa Allâh unutmaktan münezzehtir, nasıl unutabilir ki? Allâh’ın unutması; kulu nefsiyle baş başa bırakmasıdır. Allah bir insanı unutmaya görsün; bir, “Allâh’ım! Beni göz açıp kapayıncaya kadar nefsimle baş başa bırakma!” diyen peygamber (a.s.)’e bakın, bir de Allâh’ın kendisini nefs ve şeytân ile baş başa bıraktığı insana… Artık bu insanın iflâhı mümkün müdür? İşte o zaman; “belhum edall” = “dört ayaklı hayvanlardan daha aşağı” (Furkân/44; A’raf/179) oluş gerçekleşiyor…

            İnsanın Allâh ile olan ilişkisi bozulunca, hayvandan da beter oluyor, bu önemli… Neden? Çünkü hayvan iman etmez, gayesi yoktur, hedefi yoktur, irâdesi yoktur… Hayvandan aşağı… Demek ki, hayvanlarda bizim için pek büyük güzellik ve faydalar var. Sütünden içiyor, gübresinden ekip biçtiklerimizi büyütüyoruz. Derisinden ayakkabı yapıyor, kürk yapıyor giyiniyoruz. Yükümüzü taşıyor, çiftimizi sürüyorlar. Bu haliyle Allah ile ilişkilerini bozan insan, hayvanlar gibi bile olamıyor.

            Hülâsâ, insanın kalbinde maraz çok… İnkâr ediyor, hakikat bütün çıplaklığıyla aşikâr ortada iken… İnatlaşıyor, hırçınlaşıyor, insafsızlaşıyor… Bid’atlerle hareket ediyor, Kur’ân’ın hükümleri net ve bütün şüphelerden uzak halde ortada iken, ona başka başka düşünceler, fikirler, sözler, eylemler bulaştırıyor, sonra da içinden çıkamıyor… Kafası karışık yaşıyor, beynini kullanamayınca, başkalarının emrine veriyor, hakikatin dışında ne varsa onlara tutunma hastalığına yakalanıyor… Kibirli… Söz dinlemiyor, beğenmiyor, benimsemiyor, nefs putunu yüceltiyor, kendini yücelttikçe erişilmez zannediyor, zulmü artıyor, yanlışları artıyor, kurtuluş ümidi zorlaşıyor… Hasedçi… Beğenmiyor, kardeşine tahammülü yok, paylaşmıyor, hasenâta yanaşmıyor, ateşe doğru koşuyor… Riyâkâr… Yaptığını gösteremezse, boşa gideceğine inanıyor. Karşılıksız yapmayı asla düşünmüyor. Özden anladığı yok, işleri hep söze kalıyor. Allâh’a arz edecek bir salih ameli yok, insanlar için yaşıyor. Cimri mi cimri… Vermiyor. İnadına yığıyor, hayırda harcamıyor, kardeşleriyle paylaşmıyor. Malının kendisini kurtaracağını zannediyor. Elinde olanın sahibini kendisi olarak biliyor. Kaybedince de küfre düşüyor. İsrafçı… Saçıp savuruyor. Nereden geldiği belli olmayınca, gittiği yer de belli olmuyor. Yerinde ve kararınca harcamıyor. Aç ve açıkta kalınca, isyân ediyor… İhtiyaç sahipleri gibi bir düşüncesi yok. Hepsi nefsince harcayacağı, hayatı yemekhâne ile hâcet evi arasına sıkışmış bir hovardalıkla yaşıyor…

            Şimdi böyle bir kalbin iflâhı mümkün mü? Tevbe edip Allâh’a dönmedikçe… Kâinâtı insanın emrine musahhar kılan Allâh (c.c.), elbette onu başıboş bırakmıyor. “Gerçekten insan başıboş bırakılacağını mı sanıyor?” (Kıyâme/36)

            İnsanın attığı her adımda bir emir veya bir nehiy vardır muhakkak… Farz, vacip, harâm, mekruh, müfsid, müstehâb, sünnet olan… Hal böyle olunca da hep vahyin sıcaklığında yaşıyor, yaşamalı insan… Hz. Peygamber (s.a.v.) gibi; “Rabbim! Beni bir an bile nefsimle baş başa bırakma!” şuuruyla bizler de aynen Efendimiz gibi, onun mübârek sözünden mülhem, “Rabbimiz! Bizi bir an bile vahyden mahrum ve gâfil bırakma!” diyerek vahye sarılmalı ve Rabbimizle olmanın yollarını aramalıyız.

Huşû üzere kılınması gereken namazlarımızı kabirde mi kılacağız? Ağlamamız gereken acılara, kabirde mi ağlayacağız? Allâh’ım! Bizi sâlihlerden eyle! Duâsını âhirette mi yapacağız? Elimizden kopup giden neslimize kıyâmet gününde mi el uzatacağız?

Allâh’ım bizi affet, nesillerimizi affet, bizi ve ehlimizi, nesillerimizi sâlihlerden kıl! (Âmin).