24/02/2017

KIYÂMET VE ÂHİRET

Ey yolcu uyan! Yoksa çıkarsın ki sabâha,

Bir kupkuru çöl var, ne ışık var ne de vâhâ!

M. Âkif Ersoy

Âhiret, Allâh’ın (c.c) emriyle, İsrâfil (a.s)’ın, kıyâmetin kopması için sûr’a ilk defa üflemesiyle başlayacak olan ebedî hayattır. İkinci sûr ile insanlar diriltilip hesaba çekilecek, dünyadaki îman ve amel hayatı karşılığında cezâ yâhut mükâfât görecekler, cennetlik ve cehennemlik olanlar belirlenerek, her hak eden hakettiği âkıbeti bulacaktır.

Dünya hayatı, canlı varlıkların yaşadığı ilk âlem, âhiret hayatı ise yaşayacakları son âlemdir.

“Bu dünya hayatı sadece bir eğlenceden, bir oyundan ibarettir. Ahiret yurduna (oradaki hayata) gelince, işte asıl yaşama odur. Keşke bilmiş olsalardı!” (Ankebût, 29/64) “Gerçekten senin için ahiret dünyadan daha hayırlıdır.” (Duhâ, 93/4) “Kıyamet günü mutlaka gelecektir, bunda hiç şüphe yoktur. Fakat insanların çoğu buna inanmazlar.” (Mü’min, 40/59)

Kıyâmet günü yaklaştıkça, insanlar o gün için hazırlık yapacakları yerde, daha çok dünya hayatına meyleder, tamâh gösterirler, Allâh’ın rızâsından ve O’na yakınlaşmaktan imtinâ ederler. Dünya hayatını imâr ve ıslâh etmek elbette vazifemiz ve bu uğurda üzerimize terettüp eden görevlerimizi bihakkın yerine getirmede ihmâlkâr davranmamalıyız. Aynı şekilde, Hadis-i Şerif’te de ifâde buyurulduğu üzere; “yarın ölecekmiş gibi” de âhiret azığı edinmeliyiz.

Dünyadaki şân ve şerefimiz, şöhretimiz ekseriyetle mal ile ölçülüyorsa –ki öyledir- âhiretimiz için de sâlih ameller hazırlayarak, şânımızı, şerefimizi, izzetimizi ve şöhretimizi artırmalıyız. İmâm-ı Birgivî Hz.leri; “Şüphesiz dünya hayatı fâni, sona ermesi ânidir. Suları serâp, neticesi harâptır. Hakîki dem sürülecek hayat ise, ebedî hayattır” der.

Esâsen, insanın doğumu, âhirete göç edeceğinin de elçisi ve habercisidir ama ne hikmetse, insan aklı bu mutlak göçü düşünmek ve kabullenmek istemez.

Âhiret hayatını kaybetmekten endîşe etmeli, korkmalıyız. İnsanlar, hastahanelere, doktorlara, acılarından ve hastalıklarından kurtulmak için binlerce, milyonlarca liralar ödüyor, varını-yoğunu fedâ edebiliyor. Fâni bir hayat için değer mi? Değer elbet, zira insanın acılara tahammülü zordur ve insan rahatına düşkündür. Ama asıl sonu olmayan/ebedî bir hayat için varımızı-yoğumuzu seferber etmek için hazırlıklı ve istekli olmamız gerekmez mi?

Halkın sırtından sermâye edinerek, haksızlık, talan, gasp, ihtikâr vb. usullerle kişi dünyada kendisini âbâd edebilir. Ancak, bu dünyada usulsüz yollarla makâm/mevkii ve mertebeler elde edip, âhiret hayatını berbat etmeyi göze alabilmek hiç akıllıca bir davranış değildir.

“(İnsanlar) kendi aralarında (din ve devlet) işlerinin birliğini bozdular. Hâlbuki hepsi bize döneceklerdir. Bu durumda her kim mümin olarak iyi davranışlar yaparsa onun çabasını görmezlikten gelmek olmaz. Zira biz onu yazmaktayız.” (Enbiyâ, 21/93-94) “Biz, kıyamet günü için adâlet terazileri kurarız. Artık kimseye, hiçbir şekilde haksızlık edilmez. (Yapılan iş) bir hardal tanesi kadar dahi olsa, onu (adâlet terazisine) getiririz. Hesap gören olarak biz (herkese) yeteriz.” (Enbiyâ, 21/47)

Mesele, hesâbını verebileceğimiz bir hayatı yaşayabilmektir. Zira hesâbını veremeyecekleri bir hayatı yaşayanlar, dünyada iken hâr vurup harman savuranlar, gaflet içerisinde bocalayanlar, düştükleri bataklıktan kurtulamayanlar, çözümü “hesap günü”nü yalanlamakta buluyorlar.

Henüz dünyaya gelmemiş bir çocuk, ana rahminde iken nasıl ki dünya hayatını anlaması mümkün değilse, insanlar da dünyada iken ahiret hayatını anlamıyorlar, anlamak istemiyorlar veya anlamaya yanaşmıyorlar. Yoksa şu İlâhî ihtar kulak ardı edilebilir mi?

“Allah'a döndürüleceğiniz, sonra da herkese hak ettiğinin eksiksiz verileceği ve kimsenin haksızlığa uğratılmayacağı bir günden sakının!” (Bakârâ, 2/281)

İnkârcılar, sınırlı ve muayyen bir hayatın demir çemberi ve dar kalıpları içerisinde, “kuyruğunu dönen çarka kaptırmış bir kedi misâli” döner dururlar. Mü’minler ise, Rableri karşısında vakarlı bir duruş ve takvâları sayesinde gösterdikleri tevekkülün gölgesi altında inandıkları ebedî hayata bir gün kavuşmanın ümîdi ve gönül ferahlığı içerisinde bekler dururlar.

Dünya hayatımızın bir düzene girmesini istiyorsak, Önce âhiret hayatına olan inancımızı yenilemeliyiz. Gerçekten inanıyor muyuz, inanmış gibi mi yapıyoruz, yoksa inandığımızı mı zannediyoruz? İşte bunu netleştirip samimi inancımızı ortaya koyduğumuz vakit, dünya hayatımız da rızâ-i ilâhî istikâmetinde düzene girecektir biiznillah.

Bugün, nâkıs akıllarıyla insanın fıtratında var olan yani insanla birlikte yaratılan “din duygusu”nu eleştirmeye kalkışanlar, bir takım beşerî düzenlerin, felsefî sistemlerin, izmlerin, ideolojilerin “ilâhî dinler”in yerine ikâme edilebileceği yanılgısına düştüler. İnsanların başına musallat kıldıkları bu düzen(sizlik)ler yüzünden insanlık bugün acılar, yokluklar, yoksulluklar, haksızlıklar karşısında inim inim inlemekte, müslüman coğrafyalarından acıların çığlıkları yükselmektedir.

İnsanlığa muhtâç olduğu adâlet ve merhamet düzenini ancak din duygusu (İslâmiyet) verebilir. Çünkü sorumluluk bilinci, mahkeme-i kübrâ muhâsebesi sâdece ilâhî nizâmlarda mevcuttur. Bu iki kuvvet olmadan, insan ihtiraslarının ve özgürlük çılgınlığının önüne geçebilmenin imkân ve ihtimâli yoktur.

“Ey insanlar! Rabbinizden korkun! Çünkü kıyamet vaktinin depremi müthiş bir şeydir! Onu gördüğünüz gün, her emzikli kadın emzirdiği çocuğu unutur, her gebe kadın çocuğunu düşürür. İnsanları da sarhoş bir halde görürsün. Oysa onlar sarhoş değillerdir; fakat Allah'ın azabı çok dehşetlidir!” (Hacc, 22/1-2) “Ve şüphesiz en son varış Rabbinedir.” (Necm, 53/42)

Rabbimiz ayaklarımızı dîni üzere sâbit kılsın, kıyâmet ve âhiret şuuru içerisinde yaşamayı nasip eylesin. (Âmin.)

Şeref İŞLEYEN

[email protected]