Varlığı nazarımda asalet ve dirlik nişanesi olan dağların ardına gömülünce güneş, oturup odamın bir köşesinde düşündüm. Evet, başımı ellerimin arasına alıp hayret ve hayranlık içinde düşündüm sonra dönüp bir çarşaf gibi etrafı bürüyen geceyi terennüm ettim. Farkına varmadan birçoğunuzun da bu hal içinde kaldığını söylememe gerek yok zannımca. Zira halden hale girmemek ne mümkün ki insanın ruhuna bir dinginlik, aklına bir parça çeki düzen verdiği o huzur dolu sükûnetin içinde. İşte halden hale devşirilen aklım ve ruhum bu sessizliğin bahşettiği dinçlik ile dile gelip sordu:
“ Adına Kitab-ı Kerim de and içilen kâlem neydi, neydi kâlemi âşka sevk eden kelâm ve kelâma güzellik katan selâm’daki sır neydi?”
Sır içinde sır barınan bu üç güzel kavramın münasebeti ezel ile ebed çizgisinde üçayaklı bir köprü gibidir. Öyle bir köprü ki insanı sulha da ulaştırır maraza da.İnsana bir değer veren Yüce Yaratıcı da Kalem suresinin ilk ayetinde şöyle der: “Nûn! Kâleme ve eli kâlem tutanların yazdıklarına yemin olsun.”
Bu üç kelimenin birçok benzer noktası bulunmaktadır anlatanlara ya da yazıp çizenlere göre. Zira Kâlem suresinin ilk ayetinin ilk harfi olan “Nûn” öyle sessiz sakin görünse de aslı öyle değildir. Yazılışı itibari ile de “Nûn” oval bir tas ya da bir çanak şeklinde olup üzerine bir nokta konarak mana kazanır görünürde. Denir ki söz ustaları ya da ayetlerin inceliklerine vakıf üstatlar tarafından: “Nun”un o çanak kısmı ile kâinat ve varlık âlemine, nokta ise kâinatı teşrifi ile şereflendiren Efendimize(sav) teşbih edilir. Yani “Nûn” bir mektep, noktası ise en mümtaz bir Muallimdir.
Kelama gelecek olursak o başlı başına bir mucize, başlı başına bir derya; İçinde hüznü, neşeyi, sevinci ve daha nice bin bir duyguyu, düşünceyi barındıran bir derya…
Kelam ile kalemin dostluğu çok öncelere dayanır. Öyle bir dostluk ki bırakın yediği içtiği ayrı gitmez lafını bir yana, kelam ne derse kalem onu yazar ve kalem ne yazmışsa kelam onu söylerdi. Kelam ne kadar güçlü ise kalem o derece güçlü, ne derece merhametli ise o derece gazaplıydı…
Tıpkı iblisin o kovuluş sahnesindeki gibi nasıldı o sahne hatırlayın şimdi kelam ile kalem aşkına…
Secdesiz başın hükmü verilmiş, kovulanlardan olmuştu. O an kalem bir çırpıda kelama mürekkep olup yazmıştı...
Düşünün kalem ve kelamın hükmünü ya da aralarında ki münasebetin geçmişini ve yakınlığını…
Yollar bir kalem, yolcular birer kelam; hasret ve vuslatın içinde gurbeti barındırdığı…
İçinde nice tohumlara hayat üfleyecek olan yağmurun, salkım salkım döküldüğü bulut kalem, toprak bir kelam…
Kuşlar uçup giden bir kalem, gökyüzünde salına salına mevsim kelamını yazan…
Karınca, börtü böcek herbir nebat birer kalem, ilahi sevkin tecellisini yazan…
Kalem bir şairin kâğıttaki dili…
Kalb ile Kalbi Var Eden arasındaki ilişki gibi…
 
Allah, Kaleme yaz hükmünü verince Kalem, ne yazayım sorusunu sormuştu.
“tüm yarattıklarımı, yaratacaklarımı ve O(sav) olmasa idi âlemi yaratmazdım yaz!” dedi.
Yazacaktı lakin o nur cemalin ismini duyunca bayıldı, mürekkebi kurumuş gibi oldu, döndü:
-Esselamu aleyke ya Rasulallah dedi.
-Ve aleykum selam ve rahmetullahi ve berakatuhu, demiştir.
Bu nedenle kelam ile kalemin ilk yazdığı sözdür selam.
Selam ile dile gelir en güzel muhabbetler, en tatlı sözcükler…
Hükmü de bir hadiste, Allah katında en makbul insan selama ilk başlayandır…
Selam hepinize bir köprü olsun kurtuluşa giderken, kalemin ve kelamın yazdığı…