Biletin sallıyordu. Biletin her salınımı bin yıllık mesafe… Ne gidiyor; ne geliyor. Anda kilitlenmişti. Şu tren garının hareketliliği olmasa boğulacaktı. Yolcuların her biri birbirinden telaşlı… Değil mi ki hepimiz ölüme koşuyorduk?  Kiminin gözleri ırakta, gideceği yerin düşünde; kiminin gözü ardında, kesif bir özlemde… Bazısında gözleri vuslat parlatmış, bazısında firkat çökmüş gözlere. Bunca samimi gözün arasında soğuk hiç yakışmayandı tren garına. Issız bir titreyişle kendine geldi kadın. Samimiyetsiz kalabalıktan kaçıp da sığınmıştı tren garına. Burada da aradığını bulabilmiş değildi. Bu bulamayış, çaresizlik kadını yine kendiyle baş başa bıraktı.

Burada olma sebebi diğer yolculardan farklıydı. Ne firak; ne firkat… Nihayetinde her yerde sığınabileceği bir gece ve her daim huzurunu kaçıran bir gündüz vardı. Gizleyen bir geceyi, âşikâr eden bir gündüze elbette tercih ederdi. Çünkü gecenin en çok mor ufukları ferahlatırdı ruhunu. Değil mi ki mor mürekkepleri intihardan çevirendi geceler? Sahi uzun zamandır renkleri yoktu kadının. Tek renkti. Renklerini kaybedeli beri terapistinin bej renkli koltuğundaydı. O sade koltuğa kim bilir kaç kez uzanıp da gözlerini kapatmıştı. Gözlerini hıçkırarak açanlar yahut hıçkırıklarını ancak gözlerini kapatınca dindirebilenler…

Birkaç gün evveldi. Kadın yine o bej koltuktaydı. Hıçkırıklarını dindirebilse gözlerini kapatacaktı. Terapistin munis sesiyle sakinleşiyordu. Giderek kesiliyordu hıçkırıkları. Baygın gül kokulu gecenin ortasındaydı. Tek katlı evlerinin yeşil, nefes alan bahçesinde oyunlar oynayıp, şarkılar söylüyordu. Üstü başı düzgündü. Saçları özenle taranmış ve iki yandan örülmüştü. Elbiseleri ütülüydü. Deterjan kokuyordu, ziyadesiyle annesi kokuyordu çocuk. Bahçedeki masa, masada buğusu üzerinde iki bardak çay… Anne ve babasıydı. Muhal farz bile olsa o günlerin tekrar yaşanma ümidi hayatta tutuyordu kadını. Kaybedeli beri o saadeti işte bu koltuktaydı kadın. O gün bugündür duramıyordu hiçbir yerde. Çokça dursa bir yerlerde, birilerini yanında; onları kaybetme korkusu kaçırıyordu herkesten, her yerden. Varmak istediği yeri bilmese de kaçıyordu. Şifasını arayan bir kaçıştı. Kim bilir…

Bir ikindi sonrası, ayrılacakken terapisttin yanından, küçük bir paket uzatmıştı terapisti kadına. İçerisinde ne olduğunu umursamayan bakışlarla “neden” dedi kadın. “Senin için” dedi terapist. Umarsızca 'Görüşürüz' diyerek ayrıldı kadın. Şehrin lakayt gürültüsünden geçerek evine gitti. Sahip olduğu tek anahtarı daima sol cebinde taşırdı. Anahtarlıksız taşırdı. Bu anahtarın bir teki daha vardı evvelden. Evinde hayat vardı. Öteki anahtarın açtığı kapı neşeyi aralardı. Kapısı çalardı eskiden. Sevinçle, hasretle açardı kapıyı. Ömür geçmekle yalnız günler eksilmiyordu. Kapının tüm mecaz halleri son bulmuştu kadının yaşamında. Yalnızca her açıp kapamada, küflü bir yalnızlık doldururdu aklını. Mutmain mutfağa gider, bir şeyler yer ve ilaçlarını içerdi. Aslında tüm acelesi ilaçlarını içmek içindi.  İçsindi de uyusundu. Değil mi ki bölücü gündüzlerden tek kaçış uyumaktı? Televizyon karşısındaki koltukta uykuya dalardı çoğu zaman. Evdeki tek ses televizyondu. Ki bir gün dönüp baktığı da olmamıştır. Uykuya dalıncaya dek hafızasıyla savaşır. İlaçlardan mı bilinmez; hatırlamak istediği hiçbir şeyi yerinde bulamaz. Ona göre bu hastalıklı düzensizliği içinde tek düzeni hatırlamak olmalıydı ki nefes alabilsin. Ömrü, ancak iki fotoğrafın birleşmesiyle tamam oluyorken şuan tek başınaydı. Anne ve babasını zamansız kaybedişiyle yetimhane de açılan bir çift gözdür. Hayata yeniden gelme sebebidir kocası. Ki kocasının ardından, bebeğini kaybedişi sonu gelmeyen intihar girişimlerine neden olmuştur. Her şeyden öte annesizliği tatmışken; anne sızısını da hissetmiştir. Gölgeleri, nefesleri hayattadır kadın için. Bir heyulâ sessizliğinde…

Yaklaşan trenin düdüğüyle aralandı muhayyilesi. Canhıraş kaçar gibi bir hali vardı trenin. Kaçışa katılmak için ayaklandı kadın. Varabileceği bir yeri olmayan bir telaşsızlıkla… Buna rağmen başı döndü kadının. Esefle, kaçamama ihtimaline kızarak oturdu tekrar. Başının dönmesine mide bulantısı da eklenmişti. Oturduğu yerde kıvranıyordu kadın. Biraz evvel samimi bulduğu onca göz arasında yabancılaşıyordu. Trene binenler ve trenden inenlerin sesiyle girdaba dönüşüyordu tren garı. Bir aralık raylara baktı kadın. Düzgün tek çizgiydi girdapta. Raylar boyunca ilerleyen bir adam gördü. Kucağında bir bebek olduğu halde ilerlerken göz göze geldiler. Girdap o an varlığını yitirdi. Sûra denk bir sessizlikle boğuşuyordu kadın. Karşısında ki gözler babasının gözleriydi. Babasının kucağında torunu… İmkânsızın eşiğinde soluksuz babasına bakıyordu. Raylar boyunca koşmaya başladı babası. Babası ve bebeği tren sesiyle kayboldular. Tren kalkmak üzere tekrar düdüğünü çaldı. Trenin her düdüğü kadının yalnızlığını, çaresizliğini yüzüne vuruyordu. Trene yetişmek maksadıyla ayaklandı kadın. Kaçışı kaçırmamak için ivedilikle adımlar atarak… Nihayet vagonun kapısında, üç kişinin arkasında, sıradaydı. Mecalsiz bekliyordu sırada. Sol taraftaki yolcuları uğurlayan kalabalık arasında kimsesizdi kadın. Raylara gözü ilişti. Soğuk metaller üzerinde yol alacaktı. Sağ tarafına doğru başını kaldırdığında kimsesiz olmadığını görmüştü. Arkasındaki adamın “hanımefendi ilerleyin” sesiyle trene adım atmak yerine raylar üzerinde yürüyen babasının arkasında koşmaya başladı kadın. Arkasından seslenen onca insana rağmen koştu kadın. Kimsesizliğini yok etmek üzere... Hayal ettiği kaçıştan daha büyük bir kaçışa doğru…