Âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun. Efendimiz, şefâatçimiz Muhammed Mustafâ'ya, O'nun ehl-i beytine ve ashâbına da salât ü selâmlar...
        Kelime anlamı itibariyle hesap görme, hesaplaşma, kendi kendini sorgulama mânâlarına gelen muhasebe; mü’ minin, her lahza iyi-kötü, doğru-yanlış, sevap-günah nev’inden yaptığı bütün amellerini gözden geçirip, hayır ve güzellikleri şükürle karşılaması; inhiraf ve günahları istiğfarla gidermeye çalışması; yanlışlık ve kötülükleri de tevbe ve nedametle düzeltmeye gayret göstermesi adına çok önemli bir cehd ve insanın iradesinin hakkını vermesi adına da ciddî bir teşebbüstür.
            Kuşkusuz bütün ilâhî dinler, rahmet, adâlet ve hikmetle yüklü ahlâk ilkeleriyle insanlara va’zolunmuştur. Her şeyden önce şu hususu ifade etmek gerekir ki, insanlık hakikî muhasebe duygu ve düşüncesini İslâm'la tanımıştır. “Öyle bir günden korkunuz ki, o gün Allah'a döndürüleceksiniz. Sonra da herkese kazancı tamamıyla ödenecek ve hiç kimse haksızlığa uğramayacaktır.” (Bakara, 2/281)
            İnsanlığın varlığı ve sünnet-i seniyyesi ile iftihâr ettiği Peygamber (s.a.v) derin bir muhasebe insanıdır. Ümmeti için en güzel örnek olan yüce Nebî (s.a.v); "Bildiğimi bilseydiniz az güler, çok ağlardınız." yani "Yataklara girip yatamaz, ağzınıza koyduğunuz lokmayı yutamaz ve bir yudum su içemezdiniz." buyurmuş ve bir sahâbinin yorumuyla, "Keşke kesilip biçilen bir ağaç olsaydım!" gibi mülâhazalarla sorumluluğun ağırlığını çevrelerine duyurmaya çalışmışlardır.
            İki Cihan Güneşi (s.a.v), şahsî hayatının her ânını, muhasebe duygu ve düşüncesine bağlı yaşadığı gibi bu çizgide, yer yer insanlığa yapacağı ihtarlarını da ilk defa kendisine en yakın olanlara karşı ortaya koymuş ve başkalarına diyeceği sözlerini onları muhatap alarak dillendirmiştir. Nitekim bir gün O (s.a.v), en uzak daireden başlayıp, en yakın daireye kadar, bütün yakınlarını çağırdıktan sonra, "Ey Kâ'b b. Mürreoğulları, Ey Abdimenafoğulları, Ey Abdülmuttalipoğulları!" diyerek onlara ayrı ayrı seslenmiş ve "Nefsinizi Allah'tan satın almaya bakın; zira ben, ahirette sizin adınıza bir şey yapamam!" buyurarak herkesin kendinden sorumlu tutulacağını hatırlatmıştır.
            Evet, "Her nefis, kazandığına karşılık bir rehindir."(Müddessir/38) âyeti mûcibince, her insanın nefsi tıpkı rehin alınmış bir meta gibi ipotek altındadır. Kişi, çalışıp kazanacak, kazandığı şeyleri Allah yolunda sarf edecek ve nefsini ipotek altında olmaktan kurtaracaktır.
            Evet, işte İslâm, böylesine büyük bir mesuliyet ve vazife şuuruyla gelmiş, herkesin yapması gereken vecibeleri hatırlatmış ve Ehl-i Kitab'ın kuruntularına kapılmamayı emretmiştir. Her bir ferd, sa'y u gayret meydanı olan bu dünyada ne yapmışsa Cenâb-ı Hakk'ın huzuruna onunla çıkacak, durumu mizanda o amellerle değerlendirmeye tâbi tutulacak ve neticede ya Cennet'e yürüyecek ya da esfel-i sâfilîn’e tenzil edecektir.
        "İnsanlardan ancak âlimler, âlimlerden ancak ilmini yaşayanlar, Onların içinden de ancak ihlâsı bulanlar gerçek kurtuluşa ermişlerdir. İhlâsı bulanlar ise büyük bir tehlike üzerindedir, yani imtihandadır." buyuruluyor. İşte Rabbimizden niyazımız bu ihlâsa muvaffak kılınmamızdır.
           Bu mevzuda Resûl-i Ekrem (s.a.v) efendimizin dilinden işittiğimiz mesajlara da kısaca bir göz atmak gerekirse, meselenin ciddiyetini kavramamız konusunda bize bir yol gösterecektir elbet… O (s.a.v) şöyle buyurur:
"Hesaba çekilmeden önce nefsinizi hesaba çekin. Tartılmadan önce nefsinizi tartın." "Allah'a yemin olsun ki, yeryüzü dolusu altınım olsaydı, O'nun azabı gelmezden önce hepsini verip kendimi o azaptan kurtarmaya çalışırdım." "İnsanların en iyisi bana ayıplarımı gösterendir." "Eğer Fırat kıyısında bir deve kaybolarak ölüp gitse veya bir koyun suya düşüp boğulsa Allah'ın onu bana soracağından korkarım." "Eğer Rabbim merhamet etmeyecek olursa, vay benim hâlime, vay anamın hâline!" "Keşke bir başak olsaydım. Keşke yaratılmasaydım. Keşke hiçbir şey olmasaydım. Keşke annem beni doğurmasaydı. Keşke unutulup gitseydim!" "Eğer gökten birisi seslenerek, "Ey insanlar! Hepiniz Cehenneme, sadece biriniz Cennet'e gireceksiniz deseydi, o kişi, ben olabilirim ümidiyle coşar" ve "Ey insanlar! Hepiniz Cennet'e, sadece biriniz Cehenneme gireceksiniz." deseydi, o kişi, ben olabilirim korkusuyla ürperirdim."
       Ah keşke o ağlanacak hâlimize, kervanı kaçırışımıza, üzerlerine düşen misyonu bihakkın eda edip giden seleflerimizin izini kaybedişimize, Hak'tan kopup yapayalnız kalışımıza, topyekûn bir ümmet olarak Kur’an’dan uzaklaşmamıza, devletlerarası muvazenede ağırlığımızı yitirişimize ve onca çabalamalara rağmen bir zamanlar kaybettiğimiz durumumuzu bir türlü elde edemeyişimize ağlayabilseydik... Yitirdiğimiz değerlerin ıstırabını ruhumuzda duyabilseydik… Âdeta hissizlik ve vurdumduymazlık örneği gibi yaşadık; hiçbir şey olmamış gibi, pek çoğumuz itibarıyla hâlâ da öyle yaşıyoruz.
            Evet, ruh dünyamız itibarıyla yeniden ruh gücümüzü kazanabilmek, iradelerimizi güçlendirip önümüzü kesen zulmetler karşısında dayanabilmek ve asırlık problemleri -Allah'ın inayetiyle- halledebilmek için, Hz. Ömer (r.a) düşüncesiyle "Hesaba çekilmeden evvel kendimizi hesaba çekebilsek!" önümüzde çözüm bekleyen problemler bir bir çözülecek ve yürüme fırsatı doğacak güvenli yarınlara…
            "Ey iman edenler! Allah'tan, O'na yaraşır şekilde korkun ve ancak Müslümanlar olarak can vermeye bakın."(Âl-i İmrân/102) âyeti nazil olunca Hakk'a sinelerini sonuna kadar açmış bu insanların âdeta iflahı kesildi. Onlar bir müddet dişlerini sıkıp dayandılar. Efendimiz (s.a.v) de hep onların alın ve dizlerinde nasırlar görüyordu. Çünkü Allah (c.c.) onlara, âdeta "Güç ve takatinize göre değil, Allah'tan nasıl korkulması lâzım geliyorsa öyle korkun. O'na nasıl ibadet edilmesi lâzım geliyorsa öyle ibadet edin. Ona karşı nasıl saygılı olunması ve sevilmesi gerekiyorsa öyle saygılı olun ve sevin." buyurmuştu. Onlar da, bu ufku yakalayabilmek için gece-gündüz sürekli ibadet ediyorlardı.
            Rabbimiz, ölmeden evvel ölebilme muhasebesini yapabilmeyi nasib eylesin.
Şeref İŞLEYEN