Dünya tarihinin özellikle son yüzelli yılının tablosuna bakıldığı zaman, Müslümanlar açısından hiç iç açıcı olmadığı; Müslümanların, yaşadıkları hayattan dîne göre geçer not alamadıkları izlenimi ortaya çıkıyor...

Öyle ki, ümmet birliğini kaybetmiş, tefrikaya sebep olan unsurlar ve menfaatler îman hayatının önüne geçmiştir. Yeryüzü coğrafyasında ezilen, hor ve hakir görülen ve zulme mâruz bırakılanlar hep Müslümanlar olmuştur. Durum, neredeyse değişmeyen bir hakikat halini almış ve “zillet” Müslümanların durumunu izâh eden en çarpıcı kavram olmuştur.

Günümüzde de sürekli artan bir tasallut ile ümmet coğrafyası, deyim yerindeyse kan gölüne dönmüştür. Müslümanlar, başlarına gelen bütün kötülükleri Allâh’ın; “Sana gelen iyilik Allah'tandır. Başına gelen kötülük ise nefsindendir. Seni insanlara elçi gönderdik; şahit olarak da Allah yeter.” (Nîsâ, 4/79) ve “Başınıza gelen her musibet kendi yapıp ettikleriniz yüzündendir; kaldı ki Allah birçoğunu da bağışlar.” (Şûrâ, 42/30) vahy-i ilâhîsini görmezden gelerek fitnenin kaynağı olarak hep islâm düşmanlarını görmüş ve kınama yolunu tercîh etmişlerdir.

Müslümanlar arasında birbirlerine tahammül diye bir şey kalmamış, birlik ve kardeşlik hukûku yara almıştır. Savundukları -islâmın özüne zıt bir takım ideolojileri- islâm gibi görmüş, onu başkalarına dayatmakla beraber, taraftar toplayamadıkları zaman da ötekileştirme ve cemaatin dışına itme cihetine gitmek gibi bir yanılgıya düşmüşlerdir. Daha da hazîn olanı şudur ki, bütün bu çirkin işleri yaparken davranışlarına Kur’an ve sünnetten de delil getirme yoluna gitmişlerdir.

Oysa islâmın gayesi bu değildi. Vicdân sahibi her insan bilir ki dînin asıl gâyesi, güzel ahlâk düsturlarıyla birlikte yaşanabilir bir dünya hayatı ortaya koyabilmek, bu yolla da rızâ-i ilâhîye ulaşabilmekti. Bu, Müslümanların eliyle gerçekleşecekti. Çünkü ezelde, elest bezminde söz veren Müslümanlardı.

Sorun, asıl dinden uzak bir hayat yaşayanlarda değil, öncelikle savrulma Müslümanların kendi aralarında olmaktadır. Hassâsiyetlerimizi kaybetmiş, helâl-harâm çizgisinin dışına çıkmışız ve ibâdetlerimizi yavaş yavaş hayatımızdan soyutlamaya başlamışız. Yerine getirdiğimiz bir kısım rutin ibâdetlerimiz de şekilcilikten ve gösterişten öte bir anlam ifade etmiyor.

Rasûlullâh (s.a.v.)’in; “din samimiyettir, din samimiyettir, din samimiyettir” buyurduğu ihlâs ve samimiyet, kitaplarda kayıtlı kalan ve hutbelerimizi, vaazlarımızı süsleyen kuru bir bilgiden başka bir anlam ifâde etmiyor.

Kısacası; bugün Müslümanların en çok ihtiyâcı olan şey, “Ey iman edenler! Allah’a, peygamberine, peygamberine indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaba iman edin…” (Nîsâ, 4/136) ilâhî uyarısından mülhem, yeniden îmân ve teslimiyet göstermek sûretiyle felâha giden yolu açmaktır.

Ve şu mübârek beyân gecikmişliğimizi, tembelliğimizi, bıkkınlığımızı üzerimizden atmamızı sağlamalı, bizi yeniden kendimize gelmemize sevk etmelidir:

“İman edenlerin Allah'ı anma ve O'ndan inen Kur'an sebebiyle kalplerinin ürpermesi zamanı daha gelmedi mi? Onlar daha önce kendilerine kitap verilenler gibi olmasınlar. Onların üzerinden uzun zaman geçti de kalpleri katılaştı. Onlardan bir çoğu yoldan çıkmış kimselerdir.” (Hadîd, 57/16)

Allah mü’minleri iyilikte muvaffak kılsın, günâhlarını bağışlasın ve rızâsına yaklaştırsın.

Şeref İŞLEYEN

02.08.2019 Cuma