Işıl Işıl, rengârenk parıldayan güzellikler, hiçbir simanın birbirine benzemediği insanlar, diğer taraftan dışı süslü, fiyakalı içi bomboş bir evi andıran iki ayaklı varlıklar, albenisi yüksek iç gıcıklayıcı eşyalar, gönülleri çalmaya azmetmiş dünyevi iştahlar, arzular. Bunların hepsini birden elde etmek için şiddetli ihtiras ve sahip olabilme duygusunun meşru bir yaşam çizgisini allak bullak etmesi…

            Hâlbuki en büyük çınar önce bir tohumdu, en büyük kuş bir yumurtada gizli idi…

            İnsanoğlu da dünyevi hazlarını ve isteklerini doya doya yudumlamak için çaba sarf etse de, adeta serabı pınar zannedip koşan bir susuz gibi kendisinin hiç beklemediği bir anda etler dolapta, elbiseler gardıropta, araba kapıda kalırken, yolculuğu biten dünya misafirhanesinden alınıp, yapayalnız asli vatanına gönderiliyor. Hiçbir güç te buna engel olamıyor.

            Sanki ateşböceği gibi bir yerde parlıyor ve sonra kayboluveriyor. Ne kelebeğin kanatlarındaki dantel gibi işlenmiş renk cümbüşü, ne kedilerin miyavlaması, ne güllerdeki bayıltan kokular, ne yeşilin her tonu, ne simalardaki güzellik, ne zekâlardaki kıvraklık, ne de pazulardaki güç baki kalıyor. Zamanı ve vaktini kendisinin tayin edemediği bir zamanda hepsi kendisini terkediyor.

            Sanki vizyona giren bir film gibi hayat. Devamlı geliyor, görünüyor ve kayboluyor.

            Elde kalan, kupkuru beyaz bir perde, doymak bilmez arzular, bitmek tükenmek bilmez istekler, yere göğe sığdırılmayan nefis, önünde her gün her saat secde edilen menfaat tutkusu…

            Anlaşılan o ki, dünyadaki hiçbir güzelliğin gerçek sahibi insan değil. Eğer öyle olsa idi, hep onunla kalınır, aynı cazibe ve güzellikler devamlı devamlı yaşanırdı.

            Bugün yemyeşil taze yapraklar, yarın kuruyup çer çöp oluyor, o güzelliklerden hiçbir iz kalmıyor. Gençlerin aklını başından alan nice güzeller, nice güzellerin yüreğini hoplatan nice delikanlılar vakit geçtikçe yüzüne balkımaz hale geliyor, neticede onlar da toprak oluyor.

            Şimdi bu yazıyı okuyan çoğu insan der ki,  biliyorum, anlıyorum. İyi de bilmek veya anlamak meselenin vahametini ortadan kaldırmıyor ki, kendimizi anlamadan anlamlandırmadan.

            Peki, bu harikulade güzellikler nereden geliyor, nereye gidiyor? Kim bu harikuladelikleri kendi tayin ettiği zaman diliminde bana gösterip, tattırıp sonra çekip alıyor. Sahibi kim?

            O zaman bu bahşedilen güzellikler emanet değilse nedir?

            Aslını sorarsanız, hiç bitmeyeni, ellerinden akıp akıp gitmeyeni arzuluyor insan.

            Günler, aylar, yıllar birbirini kovalarken, vicdanının sesine, ruhunun fısıltılarına kulak verdiğinde, takati tükenen bedenine baktığında, kulağını kâinatın o tılsımlı ve ahenkli seslerine yaklaştırdığında anlıyor ki, nice seyrettikleri, nice dört elle sarıldıkları, elde etmek için uykularını kaçırdıkları, büyük bir iştahla abandıkları daha neler neler, meğer ayağına kilitle bağladığı, asli vatanında başına binbir türlü gaile açacak zincirleri imiş.

            Burada tenkit sana bana, şuna, buna değil, sendeki, bendeki, şundaki, bundaki kötü huyadır. Sopayla kilimi, halıyı döven adamın derdi kilimi halıyı dövmek değil, tozunu, kirini temizlemektir.

            Bir sağlık görevlisi hasta çocuğa iğne vurmak için harekete geçince, minik çocuk acziyetinin farkına varır, savunma refleksi ile o iğneyi vurulmamak için bağırıp çağırır, belki de görevliye tekmeler bile savurur. Çocuk, çocuk aklı ile iğnenin kendi faydasına olduğunu nasıl anlasın? Anlasa dahi ondaki acı hissi iyileşme gereğinin önüne geçmiştir.

            İşte Ey Nefsim! Sende nankörlerden olma da, seni ebedi huzura, selamete kavuşturacak, zahiren sıkıntılı, fakat sonu selamet ve huzur dolu olan ikazları, öğütleri baş üstüne deyip gönül hoşluğu ile karşılayarak hayat kanaviçeni ona göre örgüle ki, yarın huzuru mahşerde başın öne eğik, zelil bir vaziyette emanetin sahibinin huzurunda ah vah etmeyesin. Zira orada ah vahın hiçbir kameti kıymeti yoktur. Zerre miskal şerrinde, zerre miskal hayrında karşılığı orada şeksiz şüphesiz karşına çıkacaktır.

            Onun içindir ki, bazı yiyecekler hoştur, güzeldir, tatlıdır, yağlıdır fakat bir gece geçtikten sonra onlar sende pislik olur. Biraz da ruhuna gıda verecek yiyecekleri al ki, kanatların bitsinde uçmayı öğrenesin der Mevlana Hazretleri.