Dostu görmeye eli boş gitmek değirmene buğdaysız gitmeye benzermiş. Hepimiz biliyoruz ki, bir arkadaşın, bir dostun, bir hastanın ziyaretine gidileceği zaman eli boş gidilmez.

            Hele bir de ziyaret: siyasetçi-vatandaş, vatandaş bürokrat, bürokrat- siyasetçi ziyareti ise bu hediyeleşme daha bir önem kazanır. Hediyenin mahiyeti istişare bile edilir ki, ayıp olmasın.

            Hediye ile yetinilmez, övgüler, taltifler, methiyeler, tazimler muhatapta nasıl tesir icra eder diye düşünülüp dünyevi beklentilerine cevap arar durur zavallı insan.

            İşte bu noktadan sonra, karşısına çıkan insanların doğruyu gösterme adına nasihatleri ve telkinleri ayıp karşılanır. Ulvi değerleri yok etme pahasına tüm gücü ile dünyaya abanır, dünyayı elde etme hırs ve arzusu ile yanar tutuşur. Artık menfaate giden her yol onun için meşrudur.

            Oysa Kâinatın Sahibi Allah mahşer günün kullarına; Kıyamet günü için hani azığınız, hediyeleriniz, armağanınız nerede? Benim karşıma yapayalnız, azıksız, eli boş, ruhu paçavraya dönmüş bir şekilde mi geldiniz?

            Yoksa bugünün olacağı size batıl mı göründü? Dünya bitti, vakit hitama erdi. Kıyamet günü için heybenizde ne var hadi koyun ortaya bakalım. Birbirinizle aranızda konuşurken “ bal tutan parmağını yalar” düşüncesi sizde hayat düsturu idi… Bunun için birbirinizi devamlı gözetiyordunuz.

            Oysa siz inandığınızı da söylüyordunuz… Dönüp huzuruma geleceğinizi nasıl unutabilirsiniz?

            Bana ebedi olarak döndürüleceğinizi inkâr etmiyordu iseniz, o zaman böyle kirli, rezil bir hayatla neden karşıma geldiniz?

            O halde payınıza buradan ancak ve ancak toprak ve kül düşer.

            Oysa sen, benim verdiğim güzellikle övünüyor, nazlanıyor, kapris yapıyor, tepeden bakıyor, var mı ben gibi deyip duruyordun. Her şeyi bedenden ibaret zannedip ona güç ve kudret vereni unutmuştun.

            Ama bak o ruh sana şimdi ne diyor.

            Ey süprüntü kendini bilmez varlık, eşrefi mahlûkat olmaya namzet olarak yaratılmış iken kendini zelil eden zavallı… Sana mühlet verdim belirli bir zaman benim ışığım ve verdiğim kuvvet ile yaşadın. Nazın, fiyakan, çalımın, egoların dünyaya sığmıyordu. Zaman zaman seni ikaz ediyordum, musibetle, hastalıkla…

            Seni benim rızam için değil de kendi menfaatleri için sevenler ve senin menfaatin için sevdiklerin var ya, onlarında bedenleri daracık yurtlarında karıncalara ve yılanlara gıda oldu.

            Hele bir de çok defalar senin önünde sana boyun eğenler, yaltaklık ve yalakalık yapanlar var ya kimi cenazene gelmedi, gelenler de bir an önce seni toprakla buluşturmak için can atıyorlar.

            Bak! İleride geceleri az uyuyanlardan, seher çağlarında istiğfar edenlerden, nefislerini cümleden edna vazifelerini cümleden ala görüp, hayatı kendisine bahşedenin rızasından başka bir şey aramayanlar var ya. İşte onlar benim Has Kullarım. Onlara vaat edilen cennet bir adım ötede onları bekliyor.

            Hani inkâr etmediğini söylüyordun ya Okur da bilir de dediğini tutmaz isen, Peygamberleri velileri görsen ne çıkar? Onlarla aynı güzergâhta yol yürümedikten sonra.

Şimdi anladın ama iş işten geçti artık. Sana verilen hayat bembeyaz bir kâğıt gibi idi. Sen kendi ellerinle onu kararttın. O tatlı, hoş zannettiklerinin zehir olduğunu şimdi fark ettin fark etmesine de, hayat serüvenin bittikten sonra.

Anladın mı şimdi, kılıcı mıh yaptın zaferin yerine zilleti ve ebedi esareti tercih ettin. Dünya, “yiyin yiyin” diye bağırdıkça zevkten dört köşe oluyordun. Kitaptan maksat, içindeki ilimdi, fendi…

            Ama sen onu yastık yaptın, tozlu raflarla bulundurmakla, yükseklere hapsetmekle derdine derman olacağını zannettin.

            Ben Ben diyen Ey Sen! Her türlü aşların içinde bulunduğu söz ve mana sofrasından yüz çevirdin.

            Ama şimdi hakikatle yüz yüzesin.

            Ölüm herkese yetişir.