Sınırları Tanımak
“Ölüm Meleği gelmeden ey nefsim!
Haddini ve hududunu bir kez daha, bin kez daha gözden geçirsen ne olur?”
           Kâinatın yüce Hâlık-ı Zül’ Celâli olan Allâh’ımızın (c.c.) koyduğu sınırlar, bizi bize anlatır. Değilse, nefisler haddini mi tanır? Kişinin, “Ben Kimim?” sorusunun cevabı haddini/hududunu tanımasında saklıdır.
              Nereden ve nasıl başlayacağımızı ve nasıl bitireceğimizi bilmek sınırdır. İnsan olduğumuzu bilmek ve ne olduğumuzu bilmek kadar, bilmemek te bir sınırdır. Yapıp ettiklerimiz kadar, beceremediklerimiz de aciz oluşumuzun, sonlu oluşumuzun ve yaradan karşısındaki fakirliğimizin sınırlarıdır.
            Evlere kapıları dururken penceresinden girmek haddi aşmaktır. Pencereden giren karşısında ev sahibini bulur ve kendisine bir şey hatırlatılır: “Sınır”. Haddini aşana sınırları öğretilir. Sınır; yoldur, yöntemdir, usuldür, metoddur. Kapıların sınırına hürmet gösterene “hoş geldiniz” denilir ve ikram edilir. Sınır ihlâli yapanın ise kapılar yüzüne kapatılır ve dışarıda bırakılır.
            Sınır; kişinin “aklı estiği gibi, kafasına göre” davranmama halidir. Sınırları aşan, haddini aşmıştır. Haddini aşana hiç kimse olmasa hayat, er geç haddini bildirir.
            Haram-Helal demeden her şeyi ağzına götüren, “Mutlak Varlık”ın bedende çizmiş olduğu sınırları aşmıştır. Mide iflasına uğrayarak cezasını çeker, haddini aşmayı daha da ileriye götürse, daha büyük acılar kapıda hazır bekler. Kişi o beladan muzdarip olur, azap görür. Tam tersi de ayrı bir hadsizliktir. Allah’ın kendisinden istediği zaruri miktardaki ihtiyacını ona vermeyip te onu düşkün, zayıf ve çelimsiz bırakan da ona zulmetmiş ve ilahi sınırları ihlâl etmiştir. Cezasını çekecektir.
Anne-Babanın çocuğuna ilgisizliği ve duyarsızlığı nasıl bir sınır ihlali ise, onu şımartıp azdıran ve isteklerine engel vurulamaz hale getirilen şekle sokmak ta başka bir had bilmezlik, sınır tanımazlıktır. 120 km. hızla gitme sınırı konulan bir otoban da 180 km. hızla seyretmek, sınırlara uyanların sınırını ihlal etmektir. Aynı şekilde 90 km. hız sınırı konulan bir yolda sürücü kaza yapmış ve hayatını kaybetmişse şehid sayılabileceği gibi, 120 km. hızla giderek kaza yapıp ölen kimse haddini aştığından katil olma hükmünde sayılabilecektir.
Sınırlarımız; nerede başlayıp nerede duracağımızı bilmektir. Otobüste giderken dikkat etmeyip ayağına bastığımız kişinin çatılan kaşları, bilerek ya da bilmeyerek kırdığımız kalpler, yerine getirmediğimiz vaadlerimiz, elinden tutmamız gerekirken tutmadığımız yetimler, yoksullar, açlığın pençesinde iki büklüm kıvranan fakirlerin bulunduğu dünyada beğenmediğimiz, burun kıvırdığımız yemekler, çöpe dökülen yiyecekler, emekler, değerler… Bize sınırlarımızı ihlal ettiğimizi hatırlatmalıdır.
Yaşadığımız hayat hep sınırlar çizer önümüze. Ve benliğimiz, en’aniyetimiz hep o sınırları geçmek ister. Hayatın dünyamıza dönük olan yolculuğu, doğumla başlar ölümle fenâ bulur. İkisi arasında kazandıklarımız da kaybettiklerimiz de bize hep haddimizi ve sınırlarımızı hatırlatır. Başkasına duyduğumuz merhametin içimizdeki sükûtu ve gözyaşlarına dönüşümü dahi sınırlarımızı öğretir bize… Kim daha merhametli? Biz miyiz merhametli olan, yoksa merhameti de yaratan “Merhametlilerin en Merhametlisi” midir rahmet, merhamet ve şefkatin kaynağı…
Ölüm, sınırları hatırlamanın kaçınılmaz neticesidir. Kimse o çizgiyi aşamaz. Her fâni o hakikat karşısında acizliğini itiraf eder, eli kolu bağlı kalır, acizliğini itiraf eder. Nefsin firavunluğu yer ile yeksân olur ya son pişmanlık ta artık fayda vermez. O nedenle bu dünyada “keyfe mâ yeşâ” yaşayanların, ölüm karşısında işleri zordur. Kerîm kitabında yüce Allâh’ımızın; "Sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabb'ine kulluk et!" (Hicr: 99) buyruğuna kulaklarımız tıkalı yaşayamayız.
Başkalarının sınırlarını hep ihlal eden ve kendi sınırlarının da ihlal edilmesine hiç ses çıkarmayan, hayatı boyunca “etliye-sütlüye karışmayan” türden bir hayatı sürdürenler, ölümün ağır ve soğuk veçhesi karşısında sarsılırlar. Tam aksine İlahi kudretin koyduğu sınırlara gücü nispetinde bir teslimiyetle hayatını idame ettirenleri ise ölümün şefkatli ve merhametli yüzü karşılar, mevtanın ruhunu cennet bahçelerinden bir bahçeye alır götürür.
Rabbimiz buyurur: "Ey iman edenler! Allah'tan nasıl korkmak lâzımsa O'na yaraşır şekilde öylece korkun. Sakın siz Müslüman olmaktan başka bir sıfatla can vermeyin." (Âl-i imrân: 102)
Hülasa; hayat hep bir sınır çizer önümüze ve benliğimiz hep o sınırı delmek ister, geçmek ister. Varoluşumuz, o sınırın dikenli tellerine takılır. Nefs, kendini hür, özgür ve alabildiğine sorumsuz bilmek ister. Varoluşumuzun etrafına çizilen çizgiler, dikilen engeller ise, nefsimizin başıboş olmadığını en acı bir şekilde öğretir bize...
Sözümüzü Rabbimizin ve Resûlü’nün bizlere ihtarı olan mübarek bir ayet-i celîle ve hadis-i şerif’in hatırlatmasıyla tamamlayalım:
Allah (c.c.) buyurur: "Bunlar, Allah'ın sınırları / yasalarıdır. Allah'a ve Peygamberine kim itaat ederse, onu içlerinden ırmaklar akan cennetlere koyacaktır, orada temellidirler, büyük kurtuluş budur. Kim Allah'a ve Peygamberine başkaldırır ve sınırlarını / yasalarını aşarsa, onu, temelli kalacağı cehenneme sokar. Alçaltıcı azap onadır." (Nisa, 4/13-14)
Allâh’ın Nebîsi (s.a.v.)’de şöyle uyarır: "Helal apaçık bellidir. Haram da, apaçık bellidir. Bu ikisi arasında, halktan birçoğunun, helal mi, haram mı olduğunu bilmediği şüpheli şeyler vardır. Dinini ve namusunu korumak için, bunları yapmayan esenliktedir. Bunlardan bazısını yapan ise, haram işlemeye çok yaklaşmış olur. Nitekim korunun çevresinde hayvanlarını otlatan kimse de koruya dalma tehlikesiyle burun buruna gelmiş olur. Dikkat ederseniz, her hükümdarın bir korusu vardır. Allah'ın korusu ise, haram kıldığı şeylerdir." (Buhârî, iman, 39)
             Rabbimiz hudutlarımızı korumayı ve rızâsına ulaşmayı bizlere nasib eylesin.

Şeref İŞLEYEN