Söz Saltanatı
            Hayata dair her şey “söz” ile başladı. Ruhlar âleminde soru sadedinde bir söze muhatab olduk: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?”
            Âdemoğlu: “Evet, sen bizim Rabbimizsin!” (A’raf: 172) dediler. Yani henüz bizler daha dünyaya gelmeden, Rabbimizin sözü vardı, bizden aldığı “misak”ı vardı.
           Şimdi şu yaşadığımız hayat içerisinde verdiğimiz sözün sınavını vermiyor muyuz? Dinimiz temelde Allah’a verdiğimiz “söz” üzerine binâ edilmedi mi? İnsan “söz”ü ile insandır. Kim sadâkat gösterecek, kim ihânet edecek?
            “Şüphesiz biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar onu yüklenmek istemediler, ondan çekindiler. Onu insan yüklendi. Çünkü o çok zalimdir, çok cahildir.” (Ahzâb: 72) Ve “Rahman olan Allah Kuran'ı öğretti; İnsanı yarattı, ona konuşmayı öğretti.” (Rahmân: 1-4)
            Allah (c.c.) peygamberler gönderdi ve gönderilen tüm peygamberler, sözlerine sadâkat gösterdiler. Kendilerine tevdi edilen vazifeyi bihakkın edâ edip, nihayetsiz ilâhî mükâfatına hak kazandılar. Azlığa, çokluğa takılmadılar. Samimiyeti gönülden, mülâyemeti halden, İlâ-yı Kelimetullâh’ı elden ve dilden bırakmadılar.
            Şimdi Allah’ın “en yüce söz”üne, ilâhî vahye talip olan bizler öyle miyiz? Çağımızın en büyük günahları, şirktir, riyâdır... Çok elîm bir musibettir riyâ! Resûlullah'ın ifadesiyle; "Şirk-i Hafî" (gizli şirk)tir. İnsanlık, samimiyetsizlik çölünde kavruluyor. Bu çağ, Allâh'a karşı dürüst değil... Dine ve dünyaya dair bütün değerlere bir fiyat konmuş satılıyor! Hile, hurda, isyan ve ihanet üzerine kurulan bir uygarlık, hangi bir acıyı-ızdırâbı dindirebilecek ki?
            Resûlullah (s.a.s.) efendimiz tüm saldırılara, baskılara, sataşma ve hakaretlere karşı tek bir söz ile direniyordu: “Lâ ilâhe illallah!”… Öyle bir söz ki “güç”ü güçsüz bırakıyor, boş sözleri ezip geçiyordu. Allâh’ın sözünde karar kılanlar için baskı ve tehdidlerin ne ehemmiyeti olabilirdi ki?
           Öyle bir “söz”ki; Habeş’li köle Bilâl, kızgın kumların üstünde, ağır taşların altında, işkence günlerinde “ehad, ehad!” diye haykırırken söylediği sözün gücünden başka elinde ve dilinde ne vardı ki? Hatta daha da ileri gidiyor ve “Sizi bundan daha fazla öfkelendirecek bir söz bilseydim, onu da söylerdim!” demekten çekinmiyordu.
            Tarih “söz”ün gücünün örnekleriyle doludur. Hattâb’ın oğlu Ömer’in attığı tokat, kızı Fâtımâ’yı sindirememiş, sonunda karşı çıktığı “söz”e teslim olmuştu. Ebû Cehil’in attığı tokatlar, Kur’an’ı Mekke sokaklarında, Beytullâh’ın önünde âşikâre okuyan Abdullah b. Mes’ud’u susturmaya yetmemişti. Ateşlere atılan İbrahim’i (as), putçu Nemrut ateşle susturamamıştı. “Ancak benim müsâde ettiğim kelimelerle yaşayabilir, konuşabilirsiniz” diyen zorba Firavun, bütün düşmanlığına ve kinine rağmen, en büyük düşmanı Mûsa’yı (as), kendi sarayında ağırlamıştı. Kapıları kapatıp kendisine “hadi gel!” çağrısında bulunan Züleyhâ’ya, “Ben âlemlerin Rabbi olan Allâh’tan korkarım!” diye Rabbinin sözüyle direnmişti Hz. Yûsuf…
            Onlar bir ümmetti, geldi geçti ama sözleri “zülf-ü yâre dokunmasın” diye kılı kırk yararcasına temkin ve tedbir hesabı yapanlardan değil idiler. Elbette “sözün en güzelini söyleyip, kötülüğü iyilikle savmak, af yolunu tutmak” gibi hikmetli bir tavsiyeye tutunmuşlardı ama “şartlar çok kötü, dikkat çekmeyelim, malum mihrakların öfkesini çekecek söylemlerden uzak duralım, bize ne, etliye sütlüye karışmayalım, işimize bakalım, bize dokunmayan yılan bin yıl yaşasın!” gibi lakırdılar asla onların lügatlerinde yoktu.
            Evet, dünyaya geldiğimiz ilk günden bu yana hep kelimelerle imtihan oluyoruz. Kelimelerin sükût ettiği yerde, sorumluluklar insanın üzerinden sâkıt oluyor mu? Hayır. Allâh’ın hayat önderleri olarak seçip insanlığa gönderdiği peygamberlerin tamamının ortak derdi “Allâh’ın sözünü yüceltmek” idi ve bundan asla ödün vermediler. Dertleri, davaları, duaları hep bu minval üzere idi…
            “Nuh dedi ki: "Rabbim! Doğrusu ben, milletimi gece gündüz çağırdım." "Sonra onlara açıktan açığa, gizliden gizliye de söyledim." (Nûh: 5,9)
            Şimdi bizler, ey mesâi arkadaşlarım, ey sıra, sınıf, okul arkadaşlarım, ey kışla, takım, kurum, mahalle arkadaşlarım diyerek söze başlayabilecek miyiz?
            Önceleri "söz"ün gücü bizdeydi ve ne çok söylenecek "söz"ümüz vardı... Söz nâmustu ve söylenenlerin nâmûsu vardı. Öyle olduğu içindir ki, "En Yüce Söz"ü taşıyana "Nâmûs-u Ekber" denmişti. Zira o “Nâmus-u Ekber” söze ihanet etmedi ve onu tahrif etmedi.
            Şimdilerde "söz" kirlendi. Sözlerimizdeki "netlik" ve "zenginlik" gitti. Kalem kirlendi ve kavramlarımızın ruhuna kıydılar. "Söz" sulandı ve bizler, "söz"lü sınavımızı kaybettik... Cümlelerimiz bulanık, seslerimiz boğuk... Ne "söz" kaldı, ne de "öz"! Kavram karmaşasının dışına çıkamıyoruz...
            Söz erbâbı, sözün namusunu ve onurunu korumak zorundadır. Ulvî olanı, süflî olana alet etmeyecek ve kerîm Kitâb’ın uyarılarına dikkat kesilecek!
            “… İndirdiğim Kuran'a, inanın; onu ilk inkâr edenler siz olmayın, ayetlerimi hiçbir değere karşılık değiştirmeyin ve bile bile hakkı gizlemeyin!” Hakkı batıla karıştırmayın ve bile bile hakkı gizlemeyin. (Bakara: 41-42)
            Sözlerimizi basit çıkarlar uğruna basamak kılmamalı, korkularımızdan dolayı “hak” olan sözlere kıymamalıyız. İkbâl ve istikbâl hesaplarımız, bu güne kadar ki en güçlü dinamiğimiz olan “söz”ümüzü değersizleştirmemelidir.
          Ve son sözümüz; bu nesli, bu ümmeti "söz"üne ve "öz"üne döndür! Kavramların ve "kavrayamamanın" girdâbından kurtar yâ Rabbi! (Âmin).

Şeref İŞLEYEN