Zemheri erken bastırmıştı o yıl. Belli ki çetin geçecekti kış. Yıllardan beri memleketin ufuklarında dolaşan kara bulutlar artık her yanı sarmış ve iyiden iyiye çökmüştü memleketin üzerine. Herkes farkındaydı bunun ama birileri bu işin ciddiyetinin hala farkında değildi. İhtiras mı demeliydi, intikam hırsı mı, öfke mi demeliydi bunun adına. Ne denirse densin ama bir şeylerin yanlış hesap edildiği ortadaydı.

Çetin bir kış günü binlerce vatan evladını, binlerce garibanı kırıp geçirecek bir trajedi yaşanacaktı Sarıkamış’ta. Vatan için gözünü kırpmadan canını feda edecek insanlara yapılacak en büyük haksızlıktı bu. Kimi yorgundu, kimi aç, kimi açık. Yinede yılmadan, usanmadan yürüdüler fırtınalara karşı…

Kimi evinin direğiydi, kimi anasının kuzusu. Hiç tereddütsüz, arkalarına bir kez olsun bakmadan yürüdüler. Çünkü onlar biliyorlardı ki “bugün Sarıkamış için ölünmezse yarın yaşayacakları bir vatanları olmayacaktı.” Ölüm, vatansızlıktan daha iyiydi onlar için. Yaşamayı sevmeye haklarının olabilmesi için ölümü sevmeyi yazmışlardı yüreklerinin bir köşesine…

Kış boyunca Allahu Ekber Dağlarında bir kurşun bile atamadan şehit olmuşlardı. Yapılan yanlış hesapların, üstlenilmeyen büyük bir vebalin bedelini ödemişlerdi. Dağlar, taşlar insan kaynıyordu o kış. Hepsi de çıktıkları bu sonsuzluk yolculuğuna fırtınalarla, tipilerle yürümüşlerdi. Bir zemheri sabahında rüzgârın önünde uçuşan birer çiy tanesi gibi uçup gitmişlerdi. Bedenleri kar altında donmuştu belki ama ruhları sımsıcaktı ve sonsuza kadar da öyle kalacaktı. Bu dünyada kalan o zor hesaplarını ise mahşere bırakmışlardı.  

Çetin bir kışın ardından güneşin çelimsiz ışıkları kar yığınlarının üzerine düşüyor ve eriyen her kar yığınının altından onlarca, belki binlerce insan cesedi çıkıyordu. Birer kar çiçeği gibiydiler karların altından güneşe gülümseyen. Sabahın ilk ışıklarına, üzerindeki yorganı aralayarak gülümseyen birer çocuk gibiydiler.

Kimi karlarla yoğrulmuş, kimileri ise memleket hasreti ile kavrulmuştu. Şehit olanlar kurtulmuşlardı ama o kadar acıdan sonra yaşanan esaret ölümü bile aratır olmuştu. Karlar erimiş ve önünde hiçbir engel kalmamıştı düşmanın. Azgın bir sel gibi, büyük bir hışımla içlere doğru ilerlemeye başlamışlardı. Hiçbir ciddi direnişle karşılaşmadan önlerine gelen her şeyi sürüklercesine Erzurum kapılarına dayanmışlardı. Cephe gerisinde kalan kadın, çocuk ve yaşlılar ise can korkusu ile batıya doğru kaçmaya çalışıyorlardı.

 Yıllarını verdiği, emeğini gömdüğü ata yurdunu çiçeklerin açtığı ve kuşların her şeyden habersiz cıvıldaştığı bir bahar sabahında terk etmenin acısını yüreğinin derinliklerinde hissediyordu Âşık. Yüksek bir tepeden Hasankale’ye belki son bakışıydı bu ve güneşte demlenmiş bir istikan çay gibi yüreğinden süzülerek dökülüyordu mısralar…

Elveda günüdür çimenli dağlar,

Göllerde yeşilbaş sonalar kaldı.

Ak suvaklı sedri mermer otağlar,

Her taşı gevherden binalar kaldı.

Takdir-i ezeldir beyhude yanma,

Sefil Hacı İsa’yı derdi yok sanma,

Sılayı terk etmek gam değil amma

Emektar atalar, analar kaldı.

Şehit olanlar ebedi âleme göçerken belki huzur içerisinde değillerdi ama huzur dolu bir âleme göçmenin huzuru içerisindeydiler. Geride kalanlar ise yurtsuz, vatansız kalmanın acılarını yıllarca iliklerine kadar yaşamışlardı. Onlar bir vatana ödenebilecek en ağır bedeli ödemişlerdi. Yenilere düşen ise dünya durdukça onları unutmamaktı…