Anadolu Türk tarihinin kadim uygulamalarından biri olan, “’oda ya da konak açma’ geleneği; paylaşımın, istişarenin, kuşaktan kuşağa kültür aktarımının önemli vasıtalarından birisidir. 

Hali vakti yerinde olanlar, Anadolu irfanının verdiği manevi bir mesuliyet duygusu ile evlerinin, konaklarının bağımsız bir bölümünü insanların hizmetine, kamu yararı adına açarlar.

Tarla, bağ, bahçe işlerinden elin ayağın çekildiği ve soğuk kış şartlarının insanları evde kalmaya mecbur ettiği uzun günlerde bu odalar her akşam açılır, sobalar yakılır ve zengin-fakir büyük- küçük demeden herkesi kucaklayan bir sosyalleşme merkezine dönüşmüş olurdu.

Genellikle çift katlı evlerin üst katına dışarıdan bir merdivenle çıkılan köy odaları, herkese açık olmakla birlikte ilme ve yaşa bağlı olan adabı muaşeret uygulamaları en ince detayına kadar buralarda hayata geçirilmiş olurdu.

Oda mimarisi olarak, kireçle badana edilmiş kerpiç duvarların üzeri terslik denilen uzun tomruklarla ızgara edilir ve onun üzeri birbirine geçme tahtalarla kapatıldıktan sonra hava izalasyonu için kamış serilirdi.  Son iş olarak “püşürük” denilen saman ile karılmış çamurla kapatılıp, dağlardan getirilen kil veya “şor” olarak tabir edilen su geçirmez toprak serildikten sonra taş silindir “loğ” ile iyice sıkıştırılarak su sızması engellemiş olurdu.

Ahşap kapıdan girince sofa adı verilen bölümde ayakkabılar çıkarılır ve oda kısmına geçilirdi.  Odanın genellikle ovaya bakan duvarına açılan pencere, hem insanların ruhuna bir sonsuzluk ve huzur fısıldar hem de ezan ve sala sesi rahatlıkla duyulmuş olurdu.

Yine, pencere önlerine özenle yerleştirilmiş çiçekler, duvarda yer alan asma kitaplık, el işlemeli örtüler dikkatleri celbeden diğer detaylardı. Yüksek ve geniş sedirden ibaret olan ve “başköşe” diye adlandırılan yer hocaya, aksakallılara veya varsa onur konuğuna ait makam olarak kabul edilirdi.

Binlerce yıllık Türk töresine ve Türk kadının asil ruhuna uygun şekilde, detaylı motiflerin ve adeta bir renk cümbüşünün hakim olduğu odaların kuzey tarafına yerleştirilen sobadan çıkan alev çıtırtıları, bakır güğümün derin derin inlemeleri ve arada bir duvarlarda yankılanan yanık türkü sesleri havaya ayrı bir içtenlik ve sevimlilik katmaktadır. Oda zemininde duvar diplerine yerleştirilen yolpak, minder ve yastıklar orta yaşlıların; kilim, yolluk serili yerler ise gençlerin oturması için hazırlanmıştır. Odanın kapı tarafında yer alan mahfil gibi ayrılmış bölümler ise çocukların rahatı için düzenlenmiş olurdu.

Sohbet mekânı gibi algılanan odalar aynı zamanda dışarıdan gelen misafirler için bir konaklama yeri, nişan ve düğünlerde çeyiz sergileme alanı, köy sorunlarının görüşüldüğü istişare yeri, cenazesi olanlar için taziye maksatlı kullanılan çok amaçlı salon gibidir.

Aynı zamanda gençlerin ya da çocukların güreş tuttukları, oyunlar oynadıkları, yarışlar yaptıkları gelişim merkezidir.

Her akşam hazırlanan köpüklü kahve aksakallılara, demli çay ise gençlere ikram edilirdi. Çocuklar yanma tehlikesine karşı sıcak içeceklerden uzak tutulmaları nedeniyle sadece su içebilirlerdi. Bu ikram farklılığı, kahve ve çayın çocuklarda kansızlığa sebebiyet vereceği bahanesi ile de nazikçe izah edilmiş olurdu.

Müdavimlerin çay ve kahve hizmetleri gençler tarafından yerine getirilir, su ikramı ise “ağaç yaş iken eğilir” ilkesiyle testi veya ibrik taşımaya gücü yetebilen çocuklardan beklenirdi.

Dışarıdan gelen misafirler için öğle ve akşam vakitlerinde düzenli olarak sofra kurulurdu.

İkramlar ardından başlayan sohbetin lezzeti zaman sonra zirveye ulaşır ve 40 yıllık hatırı olan kahve çoğu kez ikinci plana düşmüş olurdu.

Bazı günler Hacı Hafız Osman Hoca Battal Gazi destanları okur, bazı günler Polis Ali Efendi Dede Korkut hikâyeleri anlatır,  Hacı Ali Beygilin Hasan Emmi ve Pehlivan Dede civar köylerde yaşadıkları ticaret anılarından bahsederdi. Bu sohbetlerde Ferhat’ın dağları delmesi, Kerem'in çöllere düşmesi adeta yeniden hayat bulurdu. Hz. Ali'nin ordusuyla Kemah Kalesine kadar gelmesi, Hz. Ömer'in kılı kırka yaran adaleti, sohbetlerin bir başka önemli konularıydı. Bir de bileğini kimselerin bükemediği Topal Yahya’nın, gözü karalığıyla bilinen Jop Yusuf’un, Sarı Hüseyin gibi namlı kabadayıların hapishane günleri… Dudugilin Hacı Halil Efendi, Canbaba Dursun Beğ gibi yolu bir zamanlar İstanbul’a düşmüş olanların hatıraları….

Türk töresinde gençlere ve çocuklara kahramanlık hikâyelerinin anlatılması cesaretli olmaları için manevi bir görev kabul edilirdi.

Özel anlam atfedilen Cuma akşamlarında Hafız Osman Efendinin dini meselelere dair konulara değinmesi adettendi. Fıkıhtan, hadisten sorular sorulduğunda kitaplar raftan birer birer indirilir ve hoca makamında oturan zat, bazen gülümseyen bazen kaşları çatılan yüz ifadesi ile sorulara cevap verir ve itiraz edilen hükümlerin ya da bilgilerin ispatına gayret gösterirdi.

Kendi yaşamlarından anlatılanlar, babadan dededen rivayet edilenler derken güzel konuşma sanatı, tarih ve adabı muaşeret bilgisi buralarda kuşaktan kuşağa aktarılırdı.

İyi-kötü, güzel-çirkin, faydalı- zararlı, doğru- yanlış, haklı- haksız kavramları buralarda genç kuşaklara doğrudan ya da dolaylı olarak anlatılmış olurdu.

Sazın teline vuran aşığı, kitap okuyan hocayı, destan anlatan amcayı, bir büyük geldiğinde saygıyla toparlanan gençleri gören çocuklar, Anadolu irfanını, Türk'ün töresini genlerine yavaş yavaş nakşetmiş olurlardı. Bir müşkülü olan insanın rahatlatılması, gençlerin yardımseverliği, birçok konuda istişare edilmesi,  ortak aklın önemi buralarda öğretiyordu.

Köy odalarının, Türk yurdunda belki 1000 yıldır toplum için çok önemli işlevleri olmakla birlikte belki de en hayati rolünü 20. yüzyılın ilk yarısında icra etmekteydi. 93 Harbi, Balkan Savaşları, Çanakkale, Yemen, Kafkasya cepheleri derken şanlı Milletin varoluş mücadelesi sayılan Kurtuluş Savaşı için Anadolu'dan akın akın cepheye koşan insanlar, arkalarında binlerce yetim evlat bırakmışlardı. 20’li yaşlarda askere alınması kesin olan ve geri dönebilme umudu nerdeyse hiç olmayan gençler, nesli devam etsin diye çok erken yaşlarda evlendirilmekte ve vatan için feda olacak babaların yerini almaları adına çocuk yaştaki gençler evlat sahibi olmaktalardı. Bu durum, Anadolu'da başlayan “erken yaşta evlilik” gerçeğinin temelinde yatan asıl neden kabul edilebilir. 

İşte böyle bir ortamda Anadolu, mezrasından köyüne ve şehirlerine kadar boydan boya “Yetimler Yurdu”na dönüşmüştü adeta.  Artık bilgiyi, birikimi, bilgeliği ve adabı muaşereti yeni kuşaklara aktaracak, hayatta kalabilmiş çok az sayıdaki orta yaşlı ve aksakallılardan başka kimseler yoktu.  Kimlerin aç, kimlerin açıkta olduğu ancak bu odalarda fark ediliyordu. Kimsesiz çocukların kabiliyetleri yine bu odalarda keşfediliyor; kimileri çiftçiliğe, kimileri marangozluğa, sanata, spora bu odalarda yönlendiriliyordu.  Kimsesiz kalmışların kimseleri bu odalarda ortaya çıkmaktaydı. Toplumun geleceğini şekillendirecek temeller bu odalarda atılmakta, kuşaklar bu odalarda birbirleri ile irtibat kurabilmektedir.

Bu odalar, şehri kalkan misali sarmalayan Munzur ve Esence Dağlarının eteklerinde inci tanesi misali dizilmiş Pişkidağ, Karakaya, Bayırbağ, Çağlayan, Mollaköy, Uluköy gibi yerlerin her birinde usulünce varlığını devam ettirmekteydi.

Herkesin sülale adıyla anıldığı dönemde Kazımgilin Hüseyin Çavuş ta Çay Mahallesi'nin oda sahibi idi. Yine bir kuşluk vakti oda yeni bir güne hazırlanırken kapıda refakatçi eşliğinde, at üzerinde bir kolağası (Yüzbaşı) görünür. Dört gözle beklenen misafir edasıyla, selamı canı gönülden alınır ve içeriye buyur edilir.

Ordu Komutanlığından bir görev emri ile Mamahatun namlı Tercan ilçesine doğru yola koyulan Kolağası, Altıntepe yakınlarına geldiklerinde beklenmedik bir fırtınaya tutulur. Kar, tipi, rüzgar nefes aldırmamaya yemin etmişçesine her geçen dakika şiddetini daha da artırmakta ve göz gözü görmez bir hal ortama hakim olmaktadır.

Kolağası, ani bir kararla en yakındaki beldeye doğru yönelmiştir ama kolağasını misafir etmek için ne karakol uygundur ne de karakol komutanının iki odadan ibaret mütevazi evi…

En doğru seçim Hüseyin Çavuş’un odasıdır artık.

Kolağası o gün yolda kalmış olup, yatıya gelen üçüncü kişidir. Komutanın,  konaklamak üzere bir köy odasına yolu ilk defa düştüğü, meraklı bakışlarından ve çekingen tavırlarından belli olmaktadır.

Öğlen vakti önüne açılan sofrada ikram edilen, lezzetine doyumsuz şalgam dolması ve gendime aşı, akabinde akşamüstü kurulan yeni bir sofra ve odaya gelen mahalle insanının tatlı sohbeti, çay kahve derken kolağası ve diğer misafirler için açılan yün yataklar, yorganlar...

Hava şartları nedeniyle bu hal tamı tamına 3 gün devam edecektir. Bir ara Kolağasını dudaklarından istem dışı “kim bilir ne kadar borçlandık” diye cümle dökülüverir ama Hüseyin Çavuş bunu bir minnet duyma hissiyatı gibi algılar ve Estağfurullah ile geçiştirir.

Kolağası bazen kitapları karıştırmakta bazen de Cimin Çayı’na bakan küçük pencereden dereyi seyretmekle vakit geçirmektedir. Derenin omuzlarına yüklenmiş devasa buz yığınlarına rağmen akıp giden suyun özgürlüğü komutanın yüreğinde adeta bir gıpta oluşturmaktaydı.

Akşam sohbetlerinden, hafızasında en fazla yer edecek birkaç hikâyeden biri de, Derviş lakaplı Pehlivan Dede’nin anlatımı vardı; 

Efendi gençliğimde er meydanına çıkardım, çayırı dar ettiğim çok pehlivan olmuştur elbet. Tabi, gençlik vaktiydi. Gün geldi, yaş geçti ve çayıra çıkamaz olduk. Artık yaşlanmış sayılırdık ve bir de sakal bırakınca, adımız Pehlivan Derviş Dede’ye dönüşüverdi. İhtiyacın, yokluğun çok olduğu zamanlar. Allah, bağ bereketi bir miktar üzüm nasip eylemiş, Hanımla berber mahsulü topladık birkaç sepet üzüm hazırlayıp, sepetlerin ağzını bezle bağladık.

Bana yoldaşlık edecek yadigâr kabul ettiğim al atım da artık ihtiyar sayılırdı.

Yükü bağlayıp bastonumu elime aldım, iki güngörmüş olarak atım ve ben beraberce yola koyulduk. Gidilecek yer uzak sayılırdı. Küçük bir rızık peşine dereler geçilecek, tepeler aşılacak, uzak köylere ilçelere varılacaktır. Kimlerle karşılaşırsın belli değildir. Eşkıyanın veya itin kurt saldırısına mı uğrarsın belli değil… Üzümleri ezmeden, çürütmeden insanlara ulaştırıp yerine yağ, bulgur, gendime gibi rızkımız da ne varsa kışa hazırlık babından getirmek en büyük arzumuzdu.

Bir yerden geçerken 4 veya 5 genç önüme aniden çıkıverdi. Belli ki bir yerlerde gizlenmişlerdi. Atımı yaşlı, beni de sakallı görünce bir anda cesarete geldiler.  Yavaş yavaş yanaştılar, beni çembere almaya, etrafımı sarmaya başladılar.

-İhtiyar sepetleri bize ver ve buralardan kaybol! Diye emir yağdırmaya başladılar.

Belki de fena insanlar değildiler ama bir defa şeytana uymuş oldular. Bizde de görünüşte dervişlik var ama yürekte de pehlivanlık vardı. Dediklerini yapmak bize düşmezdi. Önce alttan almaya çalıştım.

-Gençler ben yoksul bir adamım ve bu sepetler benim kışlık umudumdur. Siz iyi insanlara benziyorsunuz. Yol kesmek sizin gibilere yakışmaz… Dediysem de dinlemediler. Sözlerimden cesaret alınca da beni sarsmaya başladılar.

Sesi en fazla çıkanı ani bir hamle ile kafakola aldım ve sırtüstü yere çarpınca ciğerlerinden davul gibi ses geliverdi. Bir ayağım yerdekinin göğsünde basılı olduğu halde, ikincisi aldığı baston darbesi ile devre dışı kalmıştı. Bir diğerine ne oldu anlayamadım ama topallayarak kaçmaya çalışmaktaydı. Dayaktan hiç nasip alamayan dördüncü genç en şanslıları sayılırdı ve “kaçın ulan dede dedik canavar çıktı adam” diye hem koşuyor hem de avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Bu debdebeli yolculuktan sonra uzakça bir köye varmış oldum.  Edebük adlı bu köyün güzel insanları vardı. Arpa, buğday ve yoncadan öte çok bir şey yetişmeyen yerlerde Cimin üzümü başka bir anlam ifade ediyordu. Daha yeni satış yapmaya başlamıştım ki, bir çocuk en sevimli haliyle yanıma kadar sokularak “Dede bir üzüm tanesi alabilir miyim” deyiverdi. Dedim ya meşrepte dervişlik var diye!  “Olur, yeğenim Bismillah de de bir tane al” demek durumunda kaldım. Çocuğun sevincine ben de mutlu olmuştum ama koşarak gidişini yeni bir çocuğun gelişi izledi. “Dede, bir tane üzüm alayım mı? “ Al yeğenim” diyerek Bismillah çekmesi şartıyla bir tane alması için ona da müsaade ettim. Aman Allah'ım! Bu köyün çocuklarının sonu gelir mi hiç?  Bir gelen diğerini gönderiyor…. Emmioğlu, dayıoğlu derken birbirlerini haberdar ediyorlardı ama tabi ki benim de içim daralmaktaydı. En son bir çocuk daha geliverdi. “Dede ben de Bismillah deyip bir tane üzüm alayım mı? Deyince, köyüme eli boş dönmemek için “Evlat bitti artık! Değil bismillah çekmek, hatim okusan bile alamazsın” demekle yetindim. Efendi işte bizim ticaretimiz, geçimimiz böyle olurdu.

Kolağası, üç günlük misafirliğinde kunduracı çırağı olan küçük Muharrem ile de tanışmış ve şehit çocuğu olduğunu öğrenince hasbihal etmek istemişti.

Mahalle hocasının oda sohbetlerine gelemediği akşamlar kitap okuma görevi, hocasının gözü gibi önemseyerek yetiştirmeye çalıştığı, daha üç aylık bebekken yetim kalan bu çocuğa düşmekteydi.

-Muharrem babanı hiç gördün mü?

- Hayır efendim! Babam 40 yaşlarında iken seferberlik için askere gönüllü yazıldığında ben 3 aylıkmışım.  Bir yıl sonra Erzurum savunmasında şehit düşmüş. Bazen rüyalarıma gelir ama gördüğüm insanın kendisine ne kadar benzediğini bilemiyorum…

- Peki ya annen!

- Annem, ben 10 yaşımda iken rahmetli oldu. Babamın mezarını ziyarete gittiğimizde ince hastalığı nüksetti ve orada kaldı.

Kolağası yutkunarak “hem öksüz hem de yetim, Allah kolaylık versin” diyebildi. “Yaşın küçük ama bir sürü hatıran vardır birini anlatmak ister misin” dediğinde;

-Hay hay efendim. Tabii her günümüzde ayrı bir macera yaşanırdı ama birini anlatayım.

Kara Mando lakaplı duvarcı Mehmet Usta duvar örerken, ben de boş zamanlarımda ve gücüm nispetinde taş ve çamur veriyordum. İşimiz mezarlık duvarını yenilemekti.

Bu esnada eski bir mezar yerinden bir yığın odun ve tahta parçaları çıkmıştı. Çukuru doldurup duvarı üzerinden geçiriverdik. Gün boyu yol kenarında bekleyen tahtaları kimseler almayınca Ustam “sen bunları evine götür yakarsın” deyiverdi. Hepsini kucağıma doldurarak tek odadan ibaret zemini çıplak evimin ortasına bıraktım ve köy odasının yolunu tuttum. Vakit epeyce ilerlemişti, herkes evine doğru yola koyulmuş, ben de fakiraneme varmıştım. Soğuk bir bahar gecesi,  havada deli bir rüzgâr, ağaçları kökünden sökecekmiş gibi acımasızca sarsmaktaydı.  Evime varınca hemen hızlı bir şekilde yorganın altına girip nefesimle kendimi ısıtacaktım. Efendim ev dediğime bakmayın, cin yuvası gibi bir yer hayal edin. Kerpiç ya da taşla örülmüş kireçsiz basık duvarlar, derme çatma bir kapı, güvercin yuvası gibi bir pencere, boya-badana ne gezer. Gündüz vakti bile ev kendiliğinden karanlığa gömülmüş gibi dururdu. Tavanı, az bir yağmurda dahi damlalarıyla nereden sürpriz yapacağı pek belli olmayan ağaç ve toprak kaplı bir çatı…

Neyse, başınızı ağrıtmayayım. Eğreti duran kapıyı aralayıp kafamı içeri uzattığımda bir de ne göreyim, aman Allah'ım! Evin ortasında kocaman bir alev topu vardı ama ev buz gibiydi… Bir an kalbimin göğüs kafesime sığmakta zorlandığını fark ettim.  Yalnız oluşun ve çaresiz kalışın en bariz haliydi. Kendimi bir çırpıda dışarı atıverdim ama zifiri karanlık bir gecede sokaklar beni barındıramazdı. O saatte tıklatabilecek başka kapı da kalmamıştı.  Tekrar eve girmeye karar verdim. Aynı manzarayı görünce bir kez daha dışarı kaçtım. Issız sokağın arz ettiği tehlikelerle gizemli alevlere teslim olmuş evimin ürkütücülüğü arasında cendere misali sıkışıp kalmıştım.  Öyle bir alev ki ne dumanı var, ne sıcaklığı ve ne de yanmakta olanların kokusu… Her gün hayat cilvelisinin bir sınavına tabi tutulan Ben, bugün hak etmediğim ve aklımı başımdan çıkaracak bir başka sınavla karşı karşıya kalmıştım. Sonunda kararımı vermiştim. Sokak herkesindi ama nihayetinde ev benimdi. Onu korumak ve yine oraya sığınmak zorundaydım. Öyle de yaptım.

Aslında bir çöp kibritim ya da bir fenerim olsaydı, onun aydınlığı ile her şeyi çözebilirdim ama kibrit bile bulabilmek ne mümkün…  Gizemli birilerinden saklanır gibi adım adım içeri girdim, santim santim yanaştım. Vücudumu istem dışı bir titreme almıştı. Ateşin gizemli hali vücudumu adeta buzdan bir kalıp haline getirilmişti. Bu hal benim için bilinmeyene doğru umutsuz bir yolculuk gibiydi. Yaşadığım belirsizlik, ömrümden ömür götürmekteydi. Yaklaştım yaklaştım, alevlerin hareketsiz olduğunu daha da iyi anlamıştım. Elimi uzattığımda, gündüz bıraktığım tahta parçaları elime değince bir kez daha irkildim.

Mezarlığın beni bir nevi cezalandırdığını sanarak tahtaların hepsini kucaklayıp yakındaki ören yerine atıverdim. Titremelerim ve baş dönmelerim sabaha dek sürmüştü. Zaman sonra öğrendim ki, meğerse uzun zaman toprak altında kalan odunlar, akşama kadar depoladığı gün ışığıyla karanlıkta fosfor gibi parıldamaya başlarmış. Hocalarımdan, ustalarımdan çok şey öğrendim ama bu da hayat hocasının bana verdiği önemli derslerden biriydi Efendim.

Bir eli Muharrem’in omuzunda olduğu halde Kolağası, asker olmanın haleti ruhiyesi ile derin hayallere daldı, daldı. Belki kendi çocuklarını belki Erzurum müdafaasını, yetim kalan çocukları, Muharrem'in anlattığı soğuk alevi düşündü ve Muharrem’i sıkıca göğsüne basıp alnından öperek “sen ömür boyu ayakları üzerinde durabilecek bilge bir insan olacaksın inşallah yolun açık olsun.” Diyebildi.

Ziyaretin son gününde, Odada sıra dışı bir kalabalığın telaşlı bir hareketliliği başlamıştı. Kolağası, meraklı gözlerle kapıdan girenleri seyrediyordu. Gelenlerin çoğu derin düşünceler içinde, sessizce bir köşeye oturmaktaydılar.

Aslında, önceki yaz mevsimi çok zor geçmişti. Yağışsız ilkbahar, sıcak yaz mevsimi ve ekinlere musallat olan hastalıklar insanları çok zor durumda bırakmıştı. Bir miktar buğday alabilenler, az da olsa ambarına un koyabilenler bahtiyar sayılmaktaydı.

Buğday fiyatları arttıkça artmış, ekmeğe güç yetmez olmuştu. Tarlası tapanı olanlar, idare edecek kadar karınlarını doyurabilmekte amma diğerleri için ekmek bulmak neredeyse imkânsız hale gelmişti.  Artık kıtlık, yokluk herkes için kader olmuştur. Her geçen gün yükselen buğday fiyatı, tohum ekme zamanı yaklaşınca altınla yarışır hale gelmiştir. Ekim için tohumluk bulmak neredeyse mümkün değildir.

Oda sahibi Hüseyin Çavuş, aslında imkânı en iyi olan birkaç kişiden biriydi.  Sahip olduğu sulu tarlalardan kaldırdığı buğday nispeten daha kaliteli ve verimli sayılırdı. Bir de, Kazımın değirmeni adıyla bir su değirmeni vardı ki, günün fabrikası hükmünde değer taşımaktaydı. Güz mevsiminde öğütülmek üzere getirilen buğdaylardan değirmen hakkını alırken özü sağlam, tohumluk olabilecekleri ayrı çuvallarda biriktirmekte, kavruk olanları, kepeği çok olanları ise öğütüp evine götürmekteydi.  Sulu tarlalardan elde ettikleriyle, değirmenden ayırdığı çuvallar dolusu tohumluk buğdayları ambarda muhafazaya almış, kapıyı da birkaç ilave kilitle garantiye almıştı.

Herkesin yarı aç olduğu dönemlerde, Hüseyin Çavuşun ailesi de ambardaki buğdaylara rağmen gününü kıt kanaat geçirmekteydi.

Çocukları ve eşinin “ambarı aç da bolca ekmek yiyelim” sözlerine her defasında kulak tıkamaktaydı. Son olarak hatırını saydığı dostlarından, Polis Ali Efendi, Topal Yahya, Tatoğlu Mehmet Efendi, Dudu Halil Efendi, Kafkas Yusuf, Çamurcu Sıtkı Çavuş, Bektaşoğlu, Hacı Veli Efendi bir aradayken içlerinden biri konuyu açıp, “Hüseyin Çavuş! Biliyoruz ki senin ev halkın da da ekmek sıkıntısı çekiyor. Mezara mı götüreceksin bunca buğdayı. Açsana çuvalları kardeşim” deyince,  Hüseyin Çavuş şaka ile karışık “Orada da ekmek lazım” deyip geçiştirmişti.

Hüseyin Çavuş mertliği, erdemli duruşu ve güzel ahlakı ile itibar sahibi bir insan olmakla birlikte, yokluk döneminde dolu buğday ambarına sağlam kilitler vurması ve kendi çocuklarını bile kıt kanaat yaşatır bir tavır göstermesi eleştirilerin kaynağını oluşturuyordu. Kimilerine göre, bir teneke buğday fiyatının altınla yarışır hale geldiği bir dönemde, Hüseyin Çavuş fiyatların daha da artmasını bekliyordu. Dedikodu olarak başlayan bu düşünce, halk arasında alıp başını yürümüştü.

O gün Hüseyin Çavuş, tarlası, çifti, çubuğu olanları davet etmişti. Çağrıyı alanlar sokak başlarından birer ikişer görünmeye başlamışlardı. Kalabalık öğlesine çoğalmıştı ki, Odada neredeyse iğne atacak yer kalmamıştı. Sedir üzerinde biraz daha rahatça oturmuş olan Kolağası, bu yığılmaya anlam vermeye çalışmaktadır.

Hüseyin Çavuş “komşular, akrabalar, dostlar! Geçen sene kurak bir yıl yaşadık.  Buğdaylar güneşin kavurucu sıcağına çoğunlukla yenik düştü. Bu nedenle açlık sınırında bir kış geçirmiş olduk. Şimdi buğdayın toprakla buluşturma vakti geldi ama piyasada bir teneke buğday, bir kızıl altına satılmaktadır. Bana göre bu açık bir vicdansızlıktır, haksızlıktır. Malumunuz, tohum olabilecek buğdayları güz mevsimine toplayıp ambarda muhafaza ettim. Bana çok kızdığınız zamanlar oldu.  Şimdi açıklıyorum… Her çiftçi için iki teneke tohumluk buğdayı borç olarak vereceğim. Çuvallarınızı getirin ve topraklarınızı buğdayla şenlendirin. Harman vakti gelince de verdiğim buğdayları geri isterim, haberiniz olsun. Gözlerde bir parıldama, yüzlerde derin bir tebessüm,  bazılarında oluşan kısmi bir mahcubiyet… Ortam bambaşka bir hal almıştı adeta. Bir zamanlar Yusuf peygamberin kıtlıkla mücadele için yaptığı öngörü, belki de Hüseyin Çavuş için ilham kaynağı olmuştu.

Hava şartları nihayet düzelince “yolcu yolunda gerek” deyip atın koşumları vurulur ve Kolağası “arkadaşlar zor zamanda kapınızı açtınız. Sofranıza, ekmeğimize buyur ettiniz.  3 gün boyu ağırlandık, çok ama çok sağ olasınız.  Şimdi veda vakti geldi, borcumuz neyse helalleşip ayrılalım.” deyiverir. Hüseyin Çavuş, “Efendi yolunuz açık olsun, ne borcu, tam anlayamadım.” Sorusuna, Kolağası “Efendi 3 gün sürede ne kadar borcumuz olduysa onu soruyorum” cevabına Hüseyin Çavuş “Efendi, bu kapı Tanrı misafirleri ve Allah rızası için açılmıştır, burada para ödenmez, insanlık için açılmış bir kapıdır.” şeklinde izah edilmiş olur.

Kolağası şaşkındır;

-Bunca gelen insanlar, yenilen bunca yemekler,  içilen çaylar kahveler hepsi ücretsiz mi yani?

-Kumandanım izah ettiğim gibi! Burada para işlemez. Dede babalarımızdan gelen bu adet, binlerce yıl öncesine dayanır ve böylece de devam edecektir.

-Desenize Hüseyin Çavuş, bu dünya iyilerin hakkı için halen ayakta durmakta, eyvallah!

Kolağası için, köy odasında gördüğü misafirperverlik, küçük Muharrem'in evini yakmayan ateşi, Pehlivan Dedenin yol kesenleri hizaya getirmesi ve Bismillah çekmeleri karşılığı çocuklara üzüm taneleri vermesi, Hüseyin Çavuşun öngörüsü ve tarih kitaplarında yer alması gereken erdem, irfan yüklü davranışını paylaşma ve yaşatma sevdasını yüreğine nakşetmiş halde Mamahatun’a doğru yola koyulmuştu.

 Bir zamanlar Anadolu coğrafyasına inci tanesi misali serpilmiş, yurt olmanın ve yaşamın esaslı nişanesi köylerimiz ve köylerin ilim, kültür, iktisadi dayanışma ve sosyalleşme merkezleri olan köy odalarımız…  Yüzyıllar boyu yokluklara, sıkıntılara, salgınlara ve istilalara karşı var olma mücadelesini başarıyla vermişlerdir. Ancak 70'li yıllardan itibaren başlayan endüstrileşme ve şehirlere göç, rahat yaşama arzusu, çekirdek aile ile başlayan yalnızlaşma ve televizyon ile devam eden toplumsal kopuşlardan fazlasıyla nasiplenmiş ve Anadolu’nun solan yıldızları olarak kaybolma kaderini yaşamaya başlamıştır.

Mehmet Ali AKDAĞ

[email protected]