Lapa lapa kar yağıyordu şehre. Beyaza bürünmüştü her yer ağaçlar gelinlik giymişti sanki. Rüzgârın eşsiz uğultusu evlerin içinden duyuluyordu. Leyla, bu uğultuyu dinleyerek camdan dışarıyı gözlüyor, yüzünde tatlı bir gülümseme beliriyordu. Sobanın çıtırtısı eşliğinde karın yağışını izleyerek kar kadar temiz ve masum hayaller kuruyordu. Tüm çaresizlikleri, umutsuzlukları bir kenara koyup sadece göç etmek zorunda bıraktığı ülkesindeki nişanlısını düşünüyordu. Öyle kuvvetli bir bağ hissediyordu ki, biliyordu Selim’in aklında yüreğinde de kendisi vardı. Ülkesini bırakmak zorunda olduğu için kızıyordu kendisine. Ama mecburdu buna, kardeşi küçüktü zaten babasını kaybetmişti savaşta. Annesi ve küçük Zeliha’dan başka kimsesi yoktu. Evlere temizliğe giderek hem geçimlerini sağlamaya hem de küçük Zeliha’yı okutmaya çalışıyorlardı. Leyla'nın en büyük hayali okuyabilmekti ama olmadı, yaşadığı coğrafya onu hiç bilmediği bir şehre savurdu. Zordu… İçine ateş düşmüş bir şehirden, yurdundan, vatanından bir çiçek gibi koparılmak. Ya bu şehrin toprakları onları bağrına bastı mı? Çiçek açarlar mı? Henüz bilmiyorlardı. Kapı gıcırtısıyla gerçek dünyaya döndü Leyla… Gelen annesi olmalıydı seslendi ipek sesiyle:

-Anne!

-Kızım gel çok yoruldum al elimdekileri… Zeliha okuldan gelmek üzeredir git al kardeşini.

-Tamam, anneciğim, diyerek evden çıktı Leyla. Yolda birkaç tanıdığa selam verdikten sonra okulun önüne varmıştı. Zeliha’yı bekliyordu. Zeliha koşarak ablasının boynuna atladı.

-Gel bakalım fındık kurdu nasıl geçti günün?

-Güzeldi ablacığım bugün pekiyi aldım öğretmenimden.

-Aferin sana. Yürü bakalım.

Birlikte iki kardeş evin yolunu tuttular. Mahalleye ilk taşındıklarında insanlar çok sıcak davranmadı onlara. Hatta Zeliha’yı mahalle çocukları birkaç kez döverek göndermişti eve fakat zamanla benimsediler. Artık komşularla birbirlerine gidebiliyor saatlerce konuşuyorlardı. Leyla’yı rahatsız eden yakınlaşmalarda vardı. Yan komşularının oğlu Murat Leyla'ya yoğun duygular hissediyordu. Leyla onu her gördüğünde rahatsız oluyor, sanki Selim'e ihanet ediyor gibi hissediyordu. Murat'ın annesi Meryem Hanım sürekli evlerine geliyor sanki Leyla'nın söz hakkı yokmuş gibi annesi Gönül hanımı ikna etmeye çalışıyordu. Annesi sürekli Leyla'nın nişanlı olduğunu ve Selim’i beklediğini söylüyordu. Meryem Hanım Leyla’nın boşuna beklediğini belki de Selim'in savaşta öldüğünü söylüyordu. Leyla bunları duyunca göğsüne bir hançer saplanır gibi acı çekiyor, gözleri doluyordu. O kadar çok seviyordu ki Selim’i ismi geçince bile kalbinin ağırlığını, varlığını hissediyordu. Ne büyük bir acıydı. Bir yanda belirsizlik diğer tarafta iliklerine kadar hissettiği sonsuz bir sevgi… Bu çaresizlik içerisinde zaman su gibi akıyor tam iki bahar geçiyordu. Sanki baharla birlikte umut açan çiçekler gibi kalbinin içerisinde yeni umutlar yeşeriyordu. İşte böyle bir bahar gününde ayrılmıştı Selim'den. Sanki ona kavuşacağı günde bahardı. Böyle umut ediyordu. Bu yüzdendir belki de bu mevsime heyecanı… Her gün bahçeye çıkıyor rengârenk çiçekler ekiyordu Leyla. Çiçekler umuttu onun için sanki hepsi yeşerip büyüyünce eksik olan bir şeyler tamamlanıyordu. Yine bir gün bahçede uğraşırken birden başı döndü. Son zamanlarda kendini çok yorgun ve halsiz hissediyordu. Sanki yer ayağının altından kaymışçasına yığıldı yere… Annesi hemen koştu yanına 'kızım Leyla' diye haykırıyor, komşulardan yardım istiyordu. Hemen hastaneye götürdüler Leyla'yı. Gözlerini açtığında bir sürü uğultu vardı etrafında annesi ağlayan gözlerle başındaydı. Herkes tedirgin gözlerle bakıyordu. Doktor içeri girdi sadece annesi ve Leyla'nın odada kalmasını söyledi.

-Kızım iyi mi doktor bey?

-Ne zamandır var bu baş dönmeleri?

-Birkaç aydır var ikna edemedim bir gidelim dedim doktora ama inat etti.

-Önemli bir şey mi var?

-Maalesef kızınız pankreas kanseri hastalığın son evresinde. Böyle durumlarda bizimde elimizden bir şey gelmiyor tedavisine başlamamız gerekiyor biran önce.

“Çok geçmiş olsun” diyerek odadan çıkıyor doktor.

  1. gözlerinden bir yandan inci tanesi gibi yaşlar süzülürken bir yandan da annesini teselli etmek düşüyordu payına. Annesi hem feryat ediyor hem çok ağlıyordu. Hastaydı Leyla, çok hasta. Daha yirmi dört yaşındaydı ama yorulmuştu. Yaşadıkları, kırılgan bedenine ağır gelmişti. Şimdi daha çok düşünecekti Selim'i. Ölmeden bir kere görebilecek miydi? Tedavisi başlamıştı ama geç kalınmıştı sadece iki ay yaşayabilir dediler. Annesi evde ondan kaçar gibi gizli gizli odalarda ağlıyordu. Hissediyordu Leyla. Korkmuyordu ölmekten sadece bir kere Selim'i görse yetecekti. Huzurla ölecekti sanki. Zamanının çoğunu bahçede geçiriyordu. Daha çok çiçek ekiyordu. Bahçe, yağmur sonrası açan gökkuşağı gibi rengârenk ve mis gibi kokuyordu. Yine bir gün bahçede otururken onlarla birlikte göç eden akrabaları gelmişti. Hastalığını biliyorlardı Leyla'nın.

-Hoş geldin Rabia teyze.

-Hoş bulduk kızım sana güzel haberler getirdim.

-Hayırdır Rabia teyzecim.

-Selim’den haber var. Birkaç haftadır O da buradaymış, birkaç tanıdıkla görüşebilmiş bizimle göç eden sizi arıyormuş. Yarın Ahmet amcan Selim'i size getirecek.

Kalbi yerinden çıkacak gibi atıyordu Leyla'nın. Eli ayağına dolaştı ne giyseydi ne pişirseydi? Sarıldı Rabia teyzenin boynuna, annesine çığlıklar atarak anlattı. Selim gelecekti yarın, annesi bir yandan ağlıyor bir yandan da gülüyordu. Hemen dolabının önüne geçti. Yeni bir elbisesi yoktu. Temiz giymek istiyordu en güzel kıyafetlerini yarın giymek için hazırladı. Çok heyecanlıydı. Gün geçmek bilmiyordu sanki. Hayaller kurarak kapattı gözlerini Leyla… Ertesi sabah çok yorgun uyandı fakat umurunda değildi. Selim gelecekti...En güzel kıyafetini giydi, bahçeye geçti ve çiçeklerin arasında Selim’i beklemeye başladı. Uzaktan iki adam görünüyordu. Onların eve doğru geliyorlardı. Selim’di gelen... Ağlıyordu Leyla, bağırdı "Selim" diye. Sesi duyunca koşmaya başladı Selim ve tam kapının önünde göz göze geldiler… Günlerce suladığı ve umut bağladığı çiçeklerin arasına yığıldı Leyla bir anda…

Yüzünde buruk bir gülümseme… Özlemi bitmişti Leyla’nın… Selim ağlıyordu sarıldı, uyandırmaya çalıştı ama olmadı…

Leyla’nın ektiği çiçekleri gözyaşları suluyordu. Birbirlerine kavuştular…