Geçen yazımızda “insanlar neye layıksa öyle yönetilirler” hadisinden yola çıkarak, kurtuluşumuzun adil yöneticiler ve dürüst bilginler yetiştirmekten geçtiğini ifade etmeye çalışmıştık. Hani tarihte yaşanan meşhur bir anekdot anlatılır:

“Emevi valilerinden Haccac-ı Zalim’e birisi gelip Halife Ömer’in adaletinden bahseder ve kendisinin neden böyle davranmadığını sorar.

Haccac şöyle der; “Siz Ömer zamanındaki insanlar olsaydınız, hiç şüphesiz ben de Ömer olurdum.”

Yine Hz. Ali için anlatılan bir anekdotu aktaralım: “Hz. Ali’nin halifeliği esnasında, birisi gelip aklı sıra halifeyi küçümser tarzda bir soru sorar: Ey müminlerin emiri! İlk iki halife döneminde hiçbir hadise yokken, neden senin döneminde bu kadar hadise zuhur etti?

Hz.Ali’nin enfes cevabı gecikmeden gelir: “ben ve benim gibiler, onların yardımcısıydı. O yüzden işler düzgün yürüyordu. Sen ve senin gibiler de benim yardımcım olduğu için böyle karıştı.”

İdarecilerimizin Ömer’ler, Ali’ler gibi adaletli olmasını istiyorsak eğer, öyle nesiller yetiştirmek için kolları sıvamak gerekiyor dostlar.

Kurtuluş için sihirli reçete, mucize insan aramayalım. Kurtuluşumuz, hep birlikte kendi özümüze dönüp farklılıklarımıza tahammül ederek bu vatan için çalışmaktan geçiyor. Batılı bir Müslüman mütefekkirin dediği gibi; “Yenidünyanın mayası olmak için, bu dünyanın bütününe çok iyi nüfuz etmek gerekiyor. 7. yüzyılda olduğu gibi bugün de Kur’an, ölülerin gözleriyle okunmayacak olursa, manevi parçalanma içinde bulunan medeniyetlere tekrar yeni bir ruh verilebilir. Dün, Bizans ve Pers medeniyetleri manevi parçalanma içindeydiler, bugün ise hem Amerikan hem de Sovyet yorumuyla Batı medeniyeti aynı dramı yaşamaktadır.Fakat bu yeni bir ruh verme işi, Kuran’ın bizleri davet ettiği, ilk fatihlerin de bize örneklerini verdiği şekilde, bütün insanlık kültürüyle zenginleşmiş ve geleceğin bütün sorularına açık bir İslam’ın taşıyıcıları olmamızı zorunlu kılıyor..”

Konumuza ışık tutması bakımından bir hikâyeye yer verelim dostlar;

“Bir gün bir adam, iki kartal yumurtası bulur ve bunları kümese getirip kuluçkaya yatmış bir tavuğun yumurtalarının yanına koyar. Aradan zaman geçer ve bu yumurtalar çatlar, çatlayan yumurtalardan yavru civcivlerle beraber iki tane de yavru kartal çıkar. Anne, bu iki yavruyu besler ve onları diğerlerinden hiç ayırt etmez. Bu iki kartal yavrusu da anneyle beraber her gün yem bulmak için toprağı eşeler ve böylelikle günlük yiyecek ihtiyacını karşılamaya çalışır. Anne, bu iki yavru kartala kendilerini savunmayı ve korunmayı da öğretir.

Bir gün anne bu iki yavruyu eğitirken gökyüzünden süzülerek uçan bir kartal görürler.

“Anne bu ne?” derler. Anne,

“O bir kartal yavrularım. Kuşların kralı.”

“Çok güzel bir kuşmuş. Keşke biz de onun gibi uçabilsek” der yavrular. Anne yavrularına, ona özenmemelerini ve bir tavuk gibi davranmalarını söyler.

Yavrulardan biri annelerinin sözünü dinler ve uçmaya kalkışmaz. Ömrü boyunca bir tavuk gibi yaşamaya karar verir. Fakat diğer yavru uçmayı aklına koymuştur ve bunu denemeye karar verir.

Bir gün anne ve diğer tavuklar uyurken bu kartal yavrusu yüksek bir yere çıkar ve aşağıya atlar. Her yeri yara bere içinde kalmıştır. Ama denemekten vazgeçmez. İkinci denemesinde birkaç kanat çırparak yere yumuşak iniş yapar. Üçüncü denemesinde de kanat çırparak yere doğru düşerken daha fazla kanat çırpmaya başlar ve gökyüzüne doğru yol alır. Bulutların üzerinde özgürlüğünün tadını çıkarır.”

Kıssadan hisse dostlar; aslında o kadar büyük bir cevherimiz, tarihi ve kültürel derinliklerimiz var ki farkında değiliz. Birileri bize adeta varlık içinde yokluğu yaşattı. Uyuyan bir aslanın ayağa kalkıp kendisine gelmesinden korkan dış güçler, içerdeki işbirlikçileriyle birlikte bizi bir şekilde uyuttu.

Kartal olup uçmasından(kalkınmasından) korkulan insanımız, tabir caizse tavuk olduğuna inandırıldı.

O halde yapmamız gereken dostlar; tavuk muamelesini reddedip kartal olduğumuza kendimizi inandırmamız gerekir öncelikle. Kartala özgürlüğünü sağlayan kanatlara çok şükür sahibiz. Hem maddi hem manevi potansiyele sahip genç bir nüfusumuz var.

Çok canlı bir zeminde akan dinamiklere sahibiz. Bu potansiyelin birbirini yok edecek istikamete değil; yapıcı ve üretici bir yöne yönlendirilmesi tarihi bir sorumluluktur.

Nasrettin Hoca misali; un var, yağ var, şeker var. O halde kalkıp neden helva yapmıyoruz?