“Ormanın birinde yaşayan yaşlı bir karınca varmış. Bütün gün yuvasına yiyecek taşır ve kışa hazırlık yaparmış. Yine sıcak bir yaz gününde böyle çalışırken, Hz. İbrahim’in ateşe atıldığı haberini almış, yaşlı karınca. Öyle üzülmüş, öyle ağlamış ki günlerce hiç çalışmamış, hiç evinden çıkmamış.

Günlerce bu derin üzüntüyle ne yapacağını düşünen karınca, sonunda oraya gidip ateşi söndürmeye ve böylece Hz. İbrahim’i kurtarmaya karar vermiş. Ağzına aldığı bir damla suyla hemen yola koyulmuş.

Yolda bu durumu gören ve onu dinleyen bütün hayvanlar hayretler içerisinde kalmışlar ve bazıları da bu yaşlı karıncayla alay etmiş, bu duruma gülmüşler kahkahalarla.

“Yapma ey karınca! Gel vazgeç. Sen zaten yaşlı bir karıncasın; o kadar yolu nasıl gideceksin! Diyelim ki oraya vardın; ağzındaki bir damla su bu ateşi söndürmeye yeter mi hiç?”

O zamana kadar sessiz kalan yaşlı karınca, yaşlı gözlerle cevap vermiş etrafındakilere:

“Doğru. Benim taşıdığım bir damlı su sadece ve belki de oraya ulaşamayacağım bile. Ama olsun, söndüremesem de ateşi azaltırım belki. Varamasam da oraya, hiç değilse o yolda ölürüm. Önemli olan niyetimdir benim.”

Bizim inancımızda ve kültürümüzde, karınca misali hedefe ulaşılamasa da yola koyulmak vardır. Zafere değil, sefere talip olmak vardır. Ulaşılıp ulaşılmaması çok da önemli değildir. Çünkü sonuç bizim elimizde değildir. Önemli olan, niyettir. Müminin niyeti, icraatından kıymetlidir.

Ülke olarak gerek ekonomik anlamda gerek sağlık noktasında gerekse milli güvenlik noktasında kritik günlerden geçiyoruz. Bu noktada bana öyle geliyor ki dostlar, kurtuluşun yolu, köklü bir zihniyet değişiminden geçiyor.

Önemli bir karar ve kader dönemecinden geçiyoruz. Ya, hiçbir risk almadan kendi kabuğumuza çekilip statükoya razı olacağız. Ya da risk alıp neticesinin iyi olacağı noktasında bardağın dolu tarafını görerek kabuk değiştireceğiz. Tabi bunun içinde geniş düşünmek, akıllıca hareket etmek gerekiyor.

Bugünkü sıkıntılara, sosyokültürel bozukluklara baktığımızda; bir mütefekkirimizin de isabetle teşhis ettiği gibi sosyal hayattaki bütün sıkıntıların kaynağının iki noktada toplandığını görüyoruz:

Birisi, ben tok olayım, kendimi kurtarayım da gerisi önemli değil anlayışı (bencillik ve pintilik).

Diğeri de birileri çalışsın üretsin de ben yiyeyim (hazır yiyicilik, kısa yoldan köşe dönmecilik).

Her şeyden önce ‘gemisini yüzdüren kaptan’ mantığından uzaklaşıp ‘bu gemi hepimizin, o yüzden deldirmemeliyiz’ mantalitesine kavuşmamız lazım, diye düşünüyorum.

Kendisini değiştiremeyen birinin hiç kimseyi değiştirmesi mümkün olmadığı gibi, kendisini kalkındıramayan bir toplumun da hiçbir toplumu etkileyemeyeceği açıktır.

Biz ahvâlimizi düzeltmedikçe Allah da hakkımızdaki hükmünü değiştirmeyecektir. Lâyık olduğumuz şekilde yönetiliriz. Neticede idarecilerimizi de yetiştiren, o makamlara seçip getiren bizleriz. Getirdiğimiz makamlardaki temsilcilerimiz bizim aynamızdır.

Allah’ın Resulü bir hadislerinde buyurur ki: “Bir milletin iflâhı ve iflası iki zümreye bağlıdır; ulemâ ve umerâ.” Topluma şekil ve yön veren, ilim adamları ve idarecilerden söz edilir burada. Gerçekten öyle değil mi dostlar? Bir ülkede ilim adamları ve eğitimciler hür bir ortamda ne kadar bilgi üretip topluma insan kaynağı yetiştirebilirlerse, toplum o kadar ileriye gider. Bununla birlikte idareciler ve yönetici kadro, ne kadar adil ve dürüst bir yönetim sergileyebilirse, yine o nispette memleket kalkınır ve gelişir.

Toplumsal yükseliş ve kalkınmamız, neticede gelip eğitime dayanıyor. Kendimizi ve neslimizi ne kadar eğitebilirsek geleceğimiz de o ölçüde aydınlık olacaktır.

Selam ve dua ile…