Yıl 1992, üniversite son sınıf öğrencisiyim. Sovyetlerin dağılıp, Türk Dünyasının güneşine adeta set çekmiş Demir Perdenin özgürlük balyozları ile parçalanmaya başladığı dönemlerdeyiz..

Bir yandan Azerbaycan, Türkmenistan, Kazakistan, Özbekistan, Kırgızistan bağımsızlığını birbiri ardına ilan etmekte, diğer yandan terör ve enflasyon belasıyla boğuşurken, sürece hazırlıksız yakalanan Türkiye "Yeni Yüzyıl Türk Asrı Olacaktır" ülküsüyle bu kutlu gelişmi sevinçle karşılamakta ve varlıklarını ilk tanıyan ülke olma gayretini göstermektedir.

Yeni devletler Batı dünyasının ışıltılı hayatını biraz da şaşkın bakışlarla anlamaya çalışırken, Türkiye siyasi çekişmeler başta olmak üzere tüm sorunlarını bir tarafa bırakmış dost ve kardeş ülkeleri yeni sistemlere hazırlamak için eğitimden ulaşıma, finanstan askeri işbirliklerine kadar yardımcı olmaya çalışmaktadır. Hareketliliği hızlandırmak için ihtiyaç duyulan yerlere Havaalanları açmakta, nitelikli insan kaynaklarını geliştirmek için Büyük Öğrenci Projesini hayata geçirmekte, okullar açmakta ve güvenilir işadamlarını bölgeye yatırım için teşvik etmektedir.

Türk halkının duyduğu heyecan da tabiki görülmeye değerdi; yardım kampanyaları, şükür duaları...

Babam ve tanıdığım diğer birçok insanın bugünleri görme coşkusuyla haftaları, ayları bulacak şükür oruçları.. Meselenin asıl çıkmazı ise Rusya'nın ardında her ülkeye milyonlarca ABD Doları borç yükleyerek ve kendi aralarında ciddi kavgaları gerektirecek sınır muhalefeti bırakarak kendini kenara çekmiş olmasıydı.

Bunun doğal sonucu olarak da 70 yıl süren sıkıntılı süreç yerini açtık, yoksulluk, sefalet ve genç devletler arasında muhalefet ve çatışmaya bırakmıştı...

İşte böyle bir dönemde, birçok devlet büyüğüne siyaset psikolojisi alanında destek veren hocam Profesör Doktor Mehmet GÜRKAYNAK, çatışmaların yaşandığı tüm ülkelerden temsilciler davet ederek Antalya'da

"Sorunları Çözme ve Barışı Sağlama" başlıklı Uluslararası bir çalıştay planlamaktaydı.

Orta Doğu Teknik Üniversitesinden 40 civarında öğrenci götürecekti.

Kamu Yönetimi ve Siyaset Bilimler öğrencisi olarak buraya katılma arzusunu taşıyordum ama bana fırsat düşer mi bilemiyorum.

Bir yolunu bulup bu konuyu hocamla görüşmeliydim. Fakülte önünde öğrenciler toplanmış, sol yumruklar havada... "Çavuşeskular ölmez, sosyalizm bitmez" sloganları atarken yanlarından geçip hocamın odasına çıktım ve destur alarak içeriye girdim. Hayırdır sorusu üzerine hocam "Ne olacak bu Türk dünyasının hali" diye söze girdim.

Mehmet Hoca bir kaç saniye düşündükten sonra, " Bu öğrencileri anlamak mümkün değil, birileri sosyalizm bitmez diyor, gösteri yapıyor... Birileri Türk Dünyasının akibetini soruyor! Antalya Çalıştayına seni de yazıyorum, bu alanla ilgilenirsen ..." deyince şükran duygularımla ayrılıp okumalarıma araştırmalarıma başladım. Antalya'yı görecek olmanın heyecanı ayrı, ilk defa lüks bir otele gidecek olmanın heyecanı ayrı, yüzlerce yabancı katılımcı ile ilk defa iletişim kuracak olmamın heyecanı ayrıydı.

Tam bir duygu karmaşası içerisinde, yol boyu gözüm bir zakkum çiçeklerine, bir denizin enginliğine takılıyor, bazen de zihnim konuşacaklarıma dalıp gidiyordu.

Nereden bilebilirdim ki, gün gelecek Yüce Rabbim beni alanımda "Türk Dünyasından Sorumlu" görevleri nasip edecek ve sevdam olan gölgenin tam ortasında kendimi bulacaktım.

Bu hayal ve hakikatler içerisinde çalışma yerimiz olan Dedeman Otele varmış olduk.

ilk toplantı için hazırlanan devasa bir salon, her alt başlık için ayrılmış onu aşkın küçük salonlar.. Herkes istediği konu başlığında tartışmaları dinlemeye gidiyordu. Öğrenciler olarak önemli görülen hususları not alıp hocamıza rapor şeklinde arz edecektik.

Benim takip edeceğim alanlar, Bulgaristan Türkleri, Batı Trakya Sorunu, Dağlık Karabağ meselesi, Uygur Türkleri.. imkanlar dahilinde bunların hepsini takip edecektim.

Hikayenin can alıcı yanı tam da burada başlıyor..

Konu Azerbaycan- Ermenistan Dağlık Karabağ sorunu, lakin kürsüde en az iki konuşmacı olması gerekirken tek kişi çıkıyor. 15-20 kadar dinleyici pür dikkat dinleme halinde, kürsünün sahibi İngilizce konuşuyor, konuştukça coşuyor, coştukça hareretleniyor... Coştukça coşuyor... Anlattığının özü - Ermenistan toprağı farzettiği - "Dağlık Karabağ Azerbaycanlılar tarafından işgal edilmiştir, binlerce masum Ermeni katledilmiştir... Erivan Sokakları aç, susuz, evsiz mülteciler ile doludur !!!"

Prof. unvanlı adam yalan makinesi gibi konuşuyor konuşmasına da... Beni asıl şaşırtan şey, hemen yanımda oturmuş 60 yaşlarında bir adamın eline mendil alıp hüngür hüngür, hıçkırarak ağlamasıydı... Bir an gerilmiştim fakat tam bir uzmanlık alanı olan ve vakifiyet isteyen bir konuda lafa girip zor duruma düşmek de vardı. O stresle, ağlayan adama bir dirsek atıverdim... Bir rüyadan uyanır gibi irkildi. "Sen niye ağlıyorsun, kimsin, necisin?" diye çıkışan bir ifadeyle sordum. Zat manidar bir eda ile bana dönerek ve Türkçe konuşarak "Bu vahşeti bu zulmü duyan şayet insan ise, nasıl ağlamaz..? Yüreğim dayanamıyor" dedi. Üniversite de akademisyen olan bu kişi İstanbul Rumlarından olup, yıllar önce Fransa'ya göç etmiş ve bu çalıştayı duyunca da üşenmemiş, çıkmış Antalya'ya gelmiş. Kısacası bozacı konuşuyor, şıracı tasdik ediyordu..!

"Ben bu uydurma hikayeleri çok dinledim" diyerek Hocama durumu aktarmak için hızla çıktım ve kendilerini görür görmez "Hocam biz buraya Ermeni propagandası yaptırmak için mi geldik, bir Ermeni anlatıyor bir Rum ağlıyor, diğerleri de yürekten tasdik ediyor.. Bu nedir böyle ?" deyince hocam perişan halimize şu şekilde açıklık getirdi. "Mehmet Ali ben bu faaliyetin hazırlıklarına 6 ay önce başladım. İlk önce Azerbaycan'a yazdım, henüz Devlet pratiği oluşmamış ki aylarca cevap gelmedi. 2 ay kala yeterliliği olan bir bilim insanın ismine ulaştım ve davetiye gönderdim. 15 gün kala dönüş oldu, ödenek sıkıntısı nedeniyle pek mümkün görünmediğini söyledi. Uçak biletini alıp gönderdim. Lakin bu defa da kalan süre izin işlemlerini tamamlamaya yetmemişti. Bu gelenlerin çoğu Avrupa'dan özellikle de Fransa'dan kendi imkanları ile geldiler.

İşte o zaman, başka ülkelerde güçlü lobilerin ne kadar önemli olduğunu daha iyi anladım. İşte bunlardır Türkiye'yi her fırsatta sıkıştıran, bunlardır 1915 olaylarını uluslararası alanda canlı tutan... Bunlardır meclislerde bin bir yalan ile aleyhimize kararlar çıkartan... İşte bunlardır...

Ve geldik bugüne... 10 milyonu aşkın genç nüfusuyla, petrol ve gaz zenginlikleriyle, milli gelir seviyesindeki hızlı artışıyla göz kamaştıran bir Azerbaycan...

Bağımsızlığın ilk gününden bugüne yanında duran her fırsatta "Azerbaycan yalnız değildir! " diyen Türkiye...

Türkiye'ye yan bakan bize yanlış yapmış sayılır diyen de Azerbaycan ...

Bir millet iki devlet diye haykıran bir ve beraber olduğunu dünyaya ilan eden ebedi bir dostluk...

Nereden bilebilirdik, zaman gelecek kendi tankını, topunu, insansız hava aracını yapacak ve yeri geldiğinde dünyaya "one minut" diyerek ayar çekebilen bir Türkiye olacak.

Nasıl bilebilirdik, bir gün gelecek Azerbaycan Petrolleri binlerce kilometreyi aşıp Bakü'den Akdeniz sahillerine indirilecek.. Kim bilir bu gözler Allah'ın izniyle daha ne güzel günler seyredecek.

Unutulmamalıdır ki, tüm ülkeler Azerbaycan'ın gelişimini Türkiye'nin faydasına görmektedir..

Türkiye'nin güçlenmesini de güçlü bir Azerbaycan olarak değerlendirmektedir.

Açıktır ki, yaklaşık 30 yıl önce, en umutsuz bir dönemde dillendirilen "Adriyatikten Çin Seddine" ülküsü adım adım gerçekleşmekte, yıllar önce Sovyetlerin çöküşü ile tek kutuplu kalan dünya Türk Dünyası ekseninde yeni bir ağırlık merkezine kavuşmaktadır..

Bugün onun içindir ki Ermenistan maşalık görevini yapmakta ve Karabağ'da kan dökmeye devam etmektedir.

Unutulmamalıdır ki, işgal altındaki bu topraklar en kısa zamanda sayıları bir milyonu aşkın Karabağlı Azeri kardeşimize yeniden yurt olacaktır. Türkiye Cumhuriyetine bu korkuyla yıllarca tuzak kurmaya çalışan güçler yine aynı korkuyla Azerbaycan'ı her fırsatta karıştırmaya çalışacaktır.

Ama bilinmelidir ki, gülüşleri dosta güven veren, heybetleri düşmana korku salan iki Liderin el ele tutuşması yeni yeni zirvelerin hatta daha büyük hayallerin müjdecisi olacaktır.

Sultanü'ş Şuara'nın dediği gibi,

"Surda bir gedik açtık,

Mukaddes mi Mukaddes

Ey kâhbe rüzgar artık nereden esersen es..!"

Sımsıkı tutan kardeşlik ellerimizi bir daha bırakmamak arzusuyla,

Kalınız sağlıcakla..

M. Ali Akdağ