Yaş kemale erdi artık dostlar, günler su gibi akıp gidiyor.

Lakin giden hep sermayeden!

Kulağımda ise bir türkünün tınısı, dilime pelesenk olmuş;

“Ömür bahçesinin gülü solmadan

Uyan gel gözlerim gafletten uyan

Ecel bir gün bize haydi demeden

Uyan gel gözlerim gafletten uyan.”

Aşık Veysel’in dediği gibi iki kapılı bir handa gündüz gece gidiyoruz işte…

Elimizde olmadan bir dünyaya gözlerimizi açtık ama imkanlar elimizde, aklımız yerinde olarak bir başka dünyaya yol alıyoruz.

Kimi zaman gafilce kimi zaman arifçe işler yapıyoruz. Görüyoruz ki evrende tesadüfe yer yok.

Ömür öyle ya da böyle geçiyor. Vakti gelen asli yurdu olan dar-ı bekaya göçüyor.

Lakin şu gök kubbenin altında eser bırakanlar, bedenleri ölse de ruhlarıyla yaşıyorlar.

Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşayanlar aslında sonlarını hazırlıyorlar. Fütursuzca ne kadar yükseklere çıkılırsa düşüşün o kadar acımasız sonu olduğunu hesaba katamıyorlar.

Eflatun’a iki soru sormuşlar. Birincisi; “İnsanoğlunun sizi en çok şaşırtan davranışları nedir? Eflatun tek tek sıralamış:

“Çocukluktan sıkılırlar ve büyümek için acele ederler. Ne var ki çocukluklarını özlerler. Para kazanmak için sağlıklarını yitirirler. Ama sağlıklarını geri almak için de para öderler. Yarından endişe ederken bugünü unuturlar. Dolayısıyla da ne bugünü ne de yarını yaşarlar. Hiç ölmeyecek gibi yaşarlar. Ancak hiç yaşamamış gibi ölürler.”

Sıra gelmiş ikinci soruya: “Peki sen ne öneriyorsun?”

Bilge yine sıralamış:

“Kimseye kendinizi sevdirmeye kalkmayın. Yapılması gereken tek şey, sadece sevilmeye bırakmaktır. Önemli olan hayatta en çok şeye sahip olmak değil, en az şeye ihtiyaç duymaktır.”

Tam da bugünün hastalığı olan “sun’i ihtiyaç” sendromu. Yani elzem olmadığı halde bir hevesle elde olmayana uzanma çılgınlığı.

Hız ve haz çağının dayanılmaz keyfini çıkarmaya çalışan tüketim çılgınlarının sonunda dayanıp tosladığı yer ise ‘acı gerçekler’ oluyor.

Üretime ve alın terine dayanmayan, kısa yoldan para kazanma ihtirasıyla yanıp tutuşan yürekler sonunda hayal kırıklığına ve depresyona yakalanmaktan kurtulamıyor.

“Hemen şimdi burada” anlayışıyla hayatı hızla tüketmenin bedeli ağır oluyor maalesef.

Yeri gelmişken konuyla ilgili bir anekdot sunalım.Hani şu meşhur “Kendi Kanını İçerek Ölen Kutup Ayısı” hikayesi;

Önce ağzı jilet gibi keskin bir baltayı buza gömüyorlar.

Sadece baltanın jilet gibi keskin ağzını birkaç milim dışarıda bırakıyorlar.

Sonra baltanın dışarıda kalan bu jilet gibi keskin ağzına kan sürüyorlar.

Çok geçmeden bir kutup ayısı kan kokusunu alıp baltanın gömülü olduğu yere geliyor. Kutup ayısı kanı yalamaya başlıyor.

Kanı yaladıkça dili kesiliyor. Dili kesildikçe kanı akıyor.

Kanı aktıkça yalamaya devam ediyor. Bir süre sonra kutup ayısı kansız kalarak ölüyor.

Kendi kanını içerek ölen kutup ayısına bu tuzağı kuranların bir amacı var:

Kürkünün zarar görmemesi. İsteseler kurşunla da öldürebilirlerdi. Lakin delinmemiş kürk çok fazla para ediyor.

Düşünebiliyor musunuz? Bir takım “insan(cık)lar” bir araya geliyor, kutup ayısının kürküne zarar vermeden onu nasıl öldürebileceklerini planlıyor.

Sonra planı uyguluyor ve kendi kanını yalatarak kutup ayısını öldürüyorlar…

Orada ölen keşke yalnızca kutup ayısı olsa!

Ölen koskoca bir insanlık!

Ölen cüzdan uğruna vicdan!

Ölen şeref ve haysiyet!

Ve tabi insanoğluna verilen paha biçilmez ömür sermayesi!