Gelene bir hoş geldin demek adettendir biliyorum. Lakin sana hoş geldin diyemeyeceğim. Her ne kadar yeni doğmuş bir bebek gibi beleyip kundaklayıp kucağıma verseler de, inan hiç hoşlanmadım senden. Seni gönderene karşı bir yanlış yapamam, hâşâ! Ama ne yalan söyleyeyim hiç de hoş gelmedin…
Saatlerdir rüya görüyor gibiydim. Gözümü araladığım zaman karşı duvardaki saatin henüz yirmi dakika kadar ilerlediğini fark etmiştim. Yanımdakilere; “ne kadar çok rüya gördüm öyle!” diyor, bir yandan da kendimi toparlamaya çalışıyordum. Herkes gülümsüyor, hep bir ağızdan sözleşmişçesine; “iyi uyutmuşuz, biz adamı böyle uyuturuz!” gibi espriler yapılıyordu.
Çok geçmeden ayaklanmış, koltuğuma giren birisinin yardımı ile müşahede odasına doğru yürümeye başlamıştım. Giriş kapısının önünde oğlum ve yıllardır birlikte görev yaptığım, iş arkadaşlığından çok bir dost olarak bildiğin arkadaşım beni bekliyordu. Onlara gülümsüyor ve içeriye giriyordum. Görevli beni köşedeki yatağa yatırıyor, bir iki uyarıda bulunduktan sonra çıkıyordu.
Kapı aralığından odaya dolan sesler adeta beynimi tırmalıyordu. Odadaki loş aydınlığı koridorun beyaz lambalarının baskın gücü iyice karanlıkta bırakmıştı. Dışarıdan gelen ayak sesleri, gülüşmeler, telefon muhabbetleri hayatın normalleriydi belki ama verilen ilacın etkisinden midir bilmiyorum beni çok rahatsız ediyordu.
Gözlerim hep kapıya doğru bakıyordu. Sanki birazdan birileri gülerek gelecek ve bana hiçbir şeyimin olmadığını söyleyecekti. Sabahın erken saatleriyle kucaklaşacak en güzel şey, güzel haberden başkası olamazdı. Kötü şeyler düşünmeyi sevmediğimden olsa gerek, içimden kötü bir şey geçmiyordu.
Bir an için yarım asra dayanan geçmişimle hasbıhal ediyordum. Bir şeyler hafızamdan kayıp gidiyordu. O kısa zaman dilimi içerisinde negatif bir kareye rastlamamıştım. Birilerinin el birliği ile kirletmeye çalıştığı uçsuz bucaksız bir dünya vardı karşımda ve ben o dünya karşısında zerre kadar bir cüsseye sahip olmama rağmen yine de kötülerin karşısına dikilmeyi bu zamana kadar huy edinmiştim. Okuduğum güzel kitaplar, o vakte kadar edindiğim güzel dostlar hep gözümün önünden geçiyordu. Arada bir ise Sevgili Dostum Hasan’ın o Adanalı edasıyla söylediği söz kulaklarımda çınlıyordu. “Tosun, gönlünü ferah tut!” Zira o sevdiği arkadaşlarına tosun diye hitap etmeyi çok severdi. Evet, gönlüm çok ferahtı…
Kapı aralığı iyice açılıyor ve yarı tedirgin bir yüzle aile hekimim Bülent Bey içeriye giriyordu. Kısa bir hal hatır sorgulamasından sonra tedirgin olduğumu anlamış olmalıydı ki beni teskin edici yumuşak şeyler söylemeye başlıyordu. Çok geçmeden az önce bana endoskopi yapan hekim, Orhan Bey de içeriye giriyordu. O gelinceye kadar zaten ben kendimi duyabileceğim en olumsuz şeylere olabildiğince adapte etmiştim. Bana bir şeyler anlatma derdindeydiler. Belki bana olan sevgilerinden dolayı bunu söyleyebilmenin en uygun şeklini düşünmüşlerdi, belki de işi oluruna bırakıp doğal bir şekilde söylemeyi planlamışlardı.
Biliyorum, söyledikleri şeyler; onların söylerken, benim ise dinlerken zorlanacağım şeylerdi. Ben her zaman yaptığım gibi işe kaçamak boyutlardan bakıyor, söylenenleri anlamakla beraber ciddiye almamayı tercih ediyordum. Bu benim başım sıkışınca, zorda kaldığım zamanlarda yaptığım ve alışkanlık haline getirdiğim bir davranışımdı.
Görüntü hiç de iç açıcı değildi. Söylenenlere göre yemek borusunda bir kitle gözüküyordu. Üstelik de bir hayli ilerlemiş ve büyük bir alanı kaplamıştı. Bununla ilgili patoloji sonuçlarını görmeden kesin bir şey söylemenin yanlış olacağını lakin her şeye hazırlıklı olunması gerektiğini de vurgulamadan geçemiyorlardı.
Bir anda beynimde şimşekler çakıyor, kulaklarımda anlamlandırmakta zorlandığım sesler yankılanıyordu. Sabahın güzel saatleriydi lakin kulaklarım hiç de alışık olmadığı şeyler duyuyordu. Severdim oysaki günün bu saatlerini. Bu saatlerde ekseriyetle gülümsemeyi tercih eder, makamını bilmesem de kendimce o zaman dilimine uyarladığım şarkılar mırıldanırdım.
Yine gülümsüyordum. Oradaki herkes benim için gelmişti ve ben onlara gülümsemeden edemezdim. Bana anlatmak istediklerini dağarcıklarından derledikleri en nadide kelimeler ve cümlelerle söyledikleri ise her hallerinden belliydi. Bir ara onların duraksadığını görüyor ve konuşmaya başlıyordum.
Bu zamana kadar içki, sigara gibi zararlı alışkanlıklardan hep uzak durmuştum. Üstelik bu yaşa kadar ciddi bir rahatsızlık da geçirmemiştim. Yaşadığım en büyük hastalık gripti ve onu da uzun zamandır yaşamamıştım. Düz bir mantıkla baktığım zaman benim yeryüzünde kanser olacak insanlar kategorisinde olmamam gerekiyordu. Lakin şu anda ciddi bir şekilde o sevimsiz hastalıkla karşı karşıyaydım. Bunun benim dünyamda bir tek manası olabilirdi, o da; kader…
O güne kadar tanıdığım güzel ve naif insanlardan birisi olan Şefik Ağabeyin ameliyat masasında doktorla olan muhabbeti aklıma gelmişti. Ben onu Şefik Ağabeyin kendi cümleleri ile birçok kez dinlemiştim ama o güzellikte tekrarlayabileceğimi hiç sanmıyordum. Yine de bir iki yutkunmadan sonra başlıyordum anlatmaya.
Seksenli yaşlarına kadar her hangi bir rahatsızlık yaşamayan bir insana ömrünün belki de son demlerinde beyin tümörü teşhisi konulmuş ve ameliyat masasına yatırılmıştı. Ameliyatı yapacak olan hekim, ameliyat öncesinde hastası ile muhabbet ediyor. Kullandığı cümleler mütevazıydi ve manalı şeylerdi. Yaşlı adama; “Maşallah!” diyordu. Zira bedenine o yaşa kadar çok iyi davranmış, iyi sahip çıkmıştı. Bütün tetkik sonuçları bir delikanlınınkilerden hiç de farksız değildi. Doktorun dudaklarından dökülen bu güzel sözler ameliyat öncesinde yaşlı adamı umutlandırıyordu. Lakin o yine de işaret parmağı ile kafasını göstererek; “peki o zaman bu ne?” diye soruyordu. Bir anda duraksayan hekim, hafiften gülümsüyor ve; “ biz ona kader diyoruz!” diyordu.
İnsan hayatında kendi iradesi dışında gelişen birçok şeyin adını kader koymuştu. Bu belki birçoğunun suçu başkasına atmak gibi bir kaçış noktası olabilirdi. Ben hiç de öyle düşünmemiştim. Bu yaşıma kadar birçok zaman aynı noktaya gelmiş ve elimden gelenleri yaptıktan sonra işi yüce yaratıcıya bırakmıştım. Yine aynısını tercih edecektim. Zira bu zamana kadar ona havale ettiğim hiçbir işim olumsuz sonuçlanmamıştı. Üstelik bu zamana kadar giriştiğim birçok iş de başarılı olmuştu. İnsan başardığı zamanlarda “ neden ben?” diye sormayı hiç akıl edemez. Lakin ne zaman ki; başı sıkışsa, kötü bir şeyle karşılaşsa aklına ilk gelen soru; “neden ben?” oluyor. Bu ise benim beynimde şekillenen “kader” sözcüğünün anlamı ile tamamen zıttı.
Karşı kapıdan, koridor boyunca uzayıp gelen güneş ışıkları gözlerimi kamaştırıyordu. Gözlerimi kısarak ağır adımlarla kapıya doğru ilerliyordum. Yanımda ve arkamda gelenlerden çok, dışarıdaki parlak güneş ve tertemiz havaya odaklanmıştım. Bir an önce ivedi adımlarla yürüyüp uzun koridoru bitirecek ve kendimi güneşin kollarına atacaktım. Birkaç gün sonra çıkacak olan patoloji sonuçlarının bugünkü yaşadıklarımı yalanlayacak olma umudu içerimi kaplamış, o umutla normal hayatıma geri dönmüştüm. Bedenimde, iradem dışımda gelişen olayları o dakikadan sonra önemsememe, ciddiye almama, hatta muhatap olmama kararı almıştım. Yine her başım sıkıştığında olduğu gibi yapabileceğim her şeyi yapıp gerisini Allah’a havale etmeyi düşünüyordum.
Bir hafta sonrasıydı. Elime laboratuardan bir kâğıt tutuşturulmuş ve hekimime göstermem söylenmişti. Şöyle bir baştan aşağı gözden geçirmiştim. Yine oldum olası pek barışık olmadığım bir sürü tıbbi terim doluydu ve yazılanlardan hiçbir şey anlamamıştım. Yorumlayabildiğim tek şey vardı ki o da sonuçta ki “pozitif” terimiydi. Yeni birçok sevimsiz terimle daha muhatap olacağım şimdiden belliydi. Doktorumun söyledikleri ise bir hafta önceki söylediklerinin aynısıydı. Ne işime yarayacaksa hayatıma bir terim daha eklenmişti; “adeno”…
Sokaklarda akıp giden bir hayat vardı ve üstelik ben hastalandım diye de duracak değildi. Herkesin acısı kendisini yakıyor, bir başka kimseye tesir etmiyordu. Duyan belki biraz üzülüyor, sonra da yoluna devam ediyordu. Mademki o sıkıntı, o yara benimdi ben uğraşacaktım onunla. Neye karşı mücadele edeceğimi bir anda kestirememiştim. Ama öncelikle kendi kendimi terapi etmem gerekiyordu. Elbette ki çevremdeki insanların desteğine ihtiyacım olacaktı ama öncelikle bu işi kendi beynimde çözmem gerektiğini biliyordum. Küçücük bir ilaç dozu karşısında yıkılıp kalan, kendini kaybeden bir insanın hastalıkla mücadele edebilecek gücünün olabileceğine hiçbir zaman inanmamıştım. Kanserle mücadele edilebileceğine değil de kansere neden olan şeylerle mücadele etmek gibi bir ifadenin her zaman daha doğru olabileceğine inananlardandım.
Oturup bir bankın üzerine uzun uzadıya karşımda binlerce yıllık ömürleriyle ve bütün heybetleri ile dimdik ayakta duran dağlara baktım. Benim dağlara olan sevdam çok eskilere dayanıyordu. Arkamdaki kocaman bir güç, karşımdaki sonsuz huzur, yanımdaki yârdi her zaman onlar. Yüreğimde bir şeyler kımıldayıp kalemi elime aldığım zamanlarda dağları yazmadan geçemem. Yahut onlara yazılmış bir dörtlük, bir türkü mırıldanmadan geçemem. Bu defa kendimi çok zorlamama rağmen aklıma bir şeyler gelmemişti. Bir müddet sonra Bekir Sıtkı Erdoğan’ın o umut dolu şiiri “Marya”dan birkaç mısra hatırlamış ve mırıldanarak kalkmıştım.
“Hiçbir şey düşünmek istemiyorum,
hiçbir şey.
Ama dördüncü tarassut kulesinde
Bir şüpheli sinyal var...”
Ağır adımlarla arabaya doğru ilerlerken adeta içimde bir kararlılık manifestosu yankılanıyordu. O cümleleri bir şiir ahengiyle usulca mırıldanıyordum.
“Kimi çok uzakları gördük sanırız. Oysaki burnumuzun dibini bile görmekten aciziz. Yarının, gelecek nefeslerin bize ne getireceğini bilemeyecek kadar…
Yaşadığımız ve yaşanılası birçok şey bize tanınmış zaman içerisindedir. Bir an olsun ötesine hakkımız olmadığı gibi, bir an gerisini de kimse gadredemeyecektir…
Yüce yaratıcının bana tanımış olduğu bu zaman dilimi içerisinde bu ana kadar ki hayallerimin belki de hiçbir köşesine bile iliştiremediğim bir imtihan ile baş başa kalmak kısa bir zaman da olsa puslu ufuklara doğru bakışımı, yürüyüşümü engelleyemedi.
Biliyorum ve umut ediyorum ki kaderin bana yüklediği kocaman bir yük var ve ben o yükü nice zamanlarda nefesimin son demine kadar taşıyıp sonraki nesillere büyük bir gururla teslim edeceğim. Gelecek nice güzel baharlarda Anadolu sevdamı, elimdeki kutsal bir sancak gibi taşıyabileceğim ve en zor akabelerden geçirip en yüce doruklara dikeceğim. Ve o sancağın dibine alfabenin en irisi ile yazacağım yüreğimden dökülenleri.
İyi ki Anadolu var! Yoksa biz ne söyleyip ne yazabilirdik…”
Bu zamana kadar yüreğimde biriktirdiğim kendisi kadar büyük Anadolu sevdamı yazma derdindeydim. Bunu tamamlayabilmek için ise belki de bir asrı aşkın zamana ihtiyacım olacaktı. Şimdi henüz o yolun yarısında tökezlemek olmazdı, olmamalıydı. Belki bu bir molaydı, belki de bir yenilenme olacaktı ama hayallerim yarım kalmayacaktı. Dizlerimdeki derman tükeninceye kadar yürümeye kararlıydım. Başkalarının söyledikleri ve önerilerinden çok dualarına talip olacak, hiçbir şey olmamış gibi yolumda yürümeye devam edecektim.
Belki de bu kararlılığımdan olsa gerek yürüdüğüm yolda hep güzel insanlarla karşılaşmaya başlamıştım. Ta başından beri doktorlarım benim umut kaynağım olmuş, yüzümü gülümseten en önemli neden olmuştu. Yine de tedbirli ve temkinli yürümek gerekiyordu. Kendimi Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi kapılarında bulduğum zaman hâlâ tedirgin ve ürkek bir tavşan edasıyla adımlarımı atıyordum. Dostlarımın yanımda olması ayrı bir güçtü ama asıl karşılaşacağım hekimlerin tavrı benim için çok önemliydi. Birisi o ana kadar inşa etmeye çalıştığım ruh dünyamı yıkacak olursa belki de her şey alt üst olacaktı. Bir referans yoluyla karşısına çıktığım ilk doktorumun gülen yüzü, sıcak tavrı ve ayrıca memleketlim oluşu benim korkularıma teslim olmamı engelliyor ve bana güç veriyordu. Onu hayalimde tasvir edip betimlemiş ve gönül dünyamdaki Fırat gibi coşkun bir yere iliştirmiştim. Ben Fırat’a sevdalı büyümüş, bu yaşıma gelmiştim. Bilmem ondan mıdır doktorumun adı da Fırat’tı.
Yorgun adımlarla başladığım hastane süreci beni biraz daha güçlendiriyor ve ayakta dimdik durmamı sağlıyordu. Akabinde ise tahlil, tetkik süreci tamamlanıyor ve öncelikle ilaç tedavisi görmem gerektiği söyleniyordu.
Evet, işte böyle sevimsiz misafir… Bütün bunları yaşadığım zamanlarda sen de benimle beraberdin. Ama kim bilir nelerle meşguldün. Bir dostun anlattığı kıssayı sana anlatayım mı? Biliyorum hoşuna gitmeyecek ama ben o tavırla ayakta duruyorum. Hem bak aylardır yemek yiyemiyordum ya, artık yiyebiliyorum. Bu da benim bu zamana kadar doğru yaptığımı gösteriyor. Bak nasılmış o kıssa… Adamın birisi kanser olmuş ve kendince mütevazı bir şekilde bu hastalığı atlatma ve eski zamanlarına kavuşma hayali kuruyormuş. Ahvalini soranlara ise bir misafir ağırlıyorum diye cevap verirmiş. Yine öyle bir gün bu minval üzere sorulan sorulardan birisine; “bu bir misafir, misafiri de usulüne göre ağırlayıp yolcu etmek gerek” demiş. Aslında çok mütevazı bir yaklaşım lakin belki ağırlamak zorundayım ama sana bir şey diyeyim mi?
“Sahi ben her misafiri ağırlamak zorunda mıyım? Madem geldin ve davetsiz geldin, mümkünse en kısa zaman da git!”