Arkeologlar, kazılarda buldukları iskeletlerin kimliğini belirlemeye çalışırken, artık sadece "kadın mı, erkek mi?" sorusuyla yetinmiyor. Son yıllarda hem bilimsel tekniklerdeki ilerlemeler hem de toplumsal cinsiyet kavramına dair gelişen anlayış, insan kalıntılarının değerlendirilme biçimini kökten değiştiriyor.
Geleneksel yöntemler, iskeletin şekli ve boyutu gibi fiziksel farklılıklara dayanarak cinsiyet tahmininde bulunur. Erkekler genellikle kadınlardan daha büyük yapılıdır, ancak genetik, beslenme ve çevresel etkenler bu ölçümleri yanıltabilir. Ortalama doğruluk oranı yüzde 80-90 arasında değişen bu tahminler, özellikle pelvis gibi bazı kemiklerin iyi korunmuş olması durumunda daha güvenilir sonuçlar verir. Örneğin pelvis kemiğine dayalı yöntemler yüzde 95'e varan doğruluk sağlayabilir.
Buna karşılık, son yıllarda gelişen antik DNA analizleriyle, kromozomal cinsiyet yüzde 99’a varan doğrulukla tespit edilebiliyor. Ancak her iskelette DNA yeterince korunmadığı için bu yöntem her zaman uygulanamıyor. Dahası, DNA verileri biyolojik cinsiyeti gösterse de, bireyin toplumsal cinsiyetini ya da kendi kimlik algısını ortaya koymuyor.
Bu noktada bilim insanları, cinsiyetin ikili bir yapıdan çok iki uçlu ama arada geçişli bir dağılım gösterdiğini vurguluyor. İnterseks olarak adlandırılan bireyler, bu geçişli alanda yer alıyor ve toplumun yaklaşık yüzde 1,7’sini oluşturuyor. Ancak arkeolojik kalıntılarda interseks durumları tespit etmek oldukça zor, çünkü bu kişilerin çoğu belgelerde kimlikleriyle tanımlanmamış ve sadece kemik yapısına bakarak toplumsal rollerini anlamak mümkün olmayabiliyor.
Geçmişin kültürel kodları, kemiklerde iz bırakabiliyor. Örneğin savaşçılara veya ev içi işlerde bulunan bireylere ait fiziksel deformasyonlar, davranış biçimlerini ve toplumsal rolleri yansıtabilir. Ancak bu izler de her zaman cinsiyetle doğrudan ilişkili değil.
Tarih boyunca cinsiyetin sabit ve ikili bir yapı olduğu varsayımı, modern bilimle sorgulanıyor. Viking mezarlarında silahlarla gömülmüş bir kadının keşfi ya da çocukla birlikte bulunduğu sanılan erkek iskeletin DNA analizinde biyolojik bağın olmadığı anlaşılması, bu dönüşümün örnekleri arasında.
Arkeolojik çalışmalarda cinsiyetin sadece kemiklerden ibaret olmadığına dair bu farkındalık giderek artıyor. Ancak interseks durumlara dair veri eksikliği ve bu alandaki araştırmaların sınırlı fonlarla yürütülmesi, geçmişe dair daha kapsamlı anlayışların gelişimini engelliyor.
Cinsiyetin, hem biyolojik hem de toplumsal bir yapı olduğu bilinciyle hareket eden yeni kuşak arkeologlar, geçmişin hikâyelerini daha doğru ve kapsayıcı şekilde anlatmaya çalışıyor. Ancak bu yol, hem bilimsel hem de toplumsal kalıpların aşılmasını gerektiriyor.