Modern tarih kitaplarının sayfalarına sığmayan bir geçmiş olabilir mi? Kadim anlatılara ve ezoterik öğretilere göre insanlık, bugün bildiğimizden çok daha eski ve derin bir geçmişe sahip. Bu sırlarla örülü geçmişin kilit noktalarından biri ise kuzeyin efsanevi diyarı: Hyperborea.
Antik Yunan filozoflarından teozofistlere kadar birçok farklı kaynakta adı geçen Hyperborea, “kuzey rüzgârlarının ötesindeki ülke” olarak biliniyor. Efsanelere göre burada yaşayan halk, hastalık nedir bilmez, bin yıla yakın ömür sürer, ruhsal aydınlanma içinde yaşardı. Onlar için yaşam, göksel varlıklarla uyumlu bir bilgi yolculuğuydu.
Bazı anlatılar bu halkın bir kısmının Atlantis’e göç ederek yeni bir uygarlığın temellerini attığını söyler. Diğerleri ise yıldızlara döndü ya da dünyanın daha derin boyutlarına çekildi. Tibet'ten Sibirya’ya, Hint metinlerinden Sami efsanelerine kadar birçok kültürde bu kuzey halkının izlerine rastlanması, Hyperborea’nın sadece bir efsane olmadığını düşündürüyor.
Teozofi öğretileri, insanlığın yedi kök ırk döneminden geçtiğini anlatır. İlk kök ırklar fiziksel bedenlerden yoksundu; enerji varlıkları gibiydiler. Günümüzde beşinci kök ırk olarak yaşam sürerken, altıncı kök ırkın sezgisel ve ruhsal niteliklerle ortaya çıkmaya başladığına inanılıyor.
Hyperborea’nın hatırası, belki de içsel bir özlemi simgeliyor: Unutulmuş bir bilgeliğe, uyuma ve ruhsal bütünlüğe duyulan derin bir arayış. Dünya, sadece fiziksel bir gezegen değil; aynı zamanda ruhsal bir okul. Kim bilir, belki de insanlık, unuttuğu yıldız diliyle yeniden konuşmanın eşiğindedir.