Bugün sinema salonlarında izlediğimiz üç boyutlu filmlerin kökleri, bundan tam 125 yıl öncesine, 20. yüzyılın başlarına uzanıyor. 1900 yılında Amerikalı mucit Frederic Eugene Ives, sinema dünyasında çığır açan bir yeniliğe imza attı: İnsan gözünün doğasını taklit eden, üç boyutlu görüntü kaydı yapabilen ilk kamera.
Bu erken dönem üç boyutlu kamerada, aralarında 4,45 santimetre mesafe bulunan iki ayrı mercek bulunuyordu. Bu mesafe, ortalama bir insan göz çifti arasındaki uzaklığa denk geliyordu. Ives’in dahiyane tasarımı, gözlerimizin dünyayı nasıl algıladığını kopyalayarak iki farklı açıdan görüntü kaydediyor, böylece izleyiciye derinlik hissi verecek şekilde birleştirilebilen stereoskopik görüntüler elde ediliyordu.
İnsan Gözünden İlham Alan Teknoloji
Ives’in üç boyutlu kamera sistemi, insan beyninin görsel algısına doğrudan bir göndermeydi. İnsanlar, iki gözlerinin farklı açılardan gördüğü görüntüleri beyinde birleştirerek derinlikli bir görüş kazanır. Aynı ilke, bu erken kamera sistemine de uygulanmıştı. Bu sayede elde edilen görüntüler, daha gerçekçi ve “içindeymişsiniz” hissi veren sahneler sunuyordu.
Sinema Sanatının Yeni Yüzü
Her ne kadar bu teknoloji, 20. yüzyılın ilk çeyreğinde sınırlı imkanlarla kullanılmış olsa da, ilerleyen yıllarda geliştirilen projeksiyon sistemleri ve özel gözlük teknolojileri sayesinde üç boyutlu sinema bir eğlence devrimine dönüştü. 1950’lerde Hollywood’un altın çağında popülerlik kazanan 3D filmler, 2000’li yıllarda CGI ve dijital sinema teknolojileriyle adeta yeniden doğdu.
Bugünün Teknolojisine İlham Verdi
Ives’in buluşu, günümüzde kullanılan gelişmiş üç boyutlu kameraların temellerini oluşturdu. Günümüzün VR (Sanal Gerçeklik) gözlükleri, artırılmış gerçeklik uygulamaları ve 360 derece video çekim teknolojileri bile o ilk kameranın izinden gidiyor. Kısacası, 3D kameraların büyülü yolculuğu, teknolojinin insan doğasını taklit etme serüveninin en etkileyici örneklerinden biri.





