Günlük yaşamda sıkça duyduğumuz A, B, C, D, E ve K vitaminleri aslında bir keşif sürecinin ve bilimsel gözlemlerin ürünü. 19. yüzyılın sonlarında bilim insanları, beslenmenin sadece protein, yağ ve karbonhidratlardan ibaret olmadığını fark etti. O dönemlerde sık görülen iskorbüt, beriberi ve pellagra gibi hastalıkların gizemi çözülmeye çalışılıyordu.

Özellikle denizcilerde görülen iskorbüt hastalığının, taze meyve-sebze eksikliğinden kaynaklandığı anlaşıldı. Benzer şekilde, Hollandalı bir doktorun yaptığı deneylerde, tavuklara yalnızca beyaz pirinç verildiğinde beriberi benzeri hastalık belirtileri ortaya çıktı; kepekli pirinçle beslenen tavuklar ise sağlıklı kaldı. Bu bulgular, bazı besinlerde eser miktarda bulunan maddelerin yaşamsal öneme sahip olduğunu gösterdi.

1912 yılında “vitamin” kelimesi ilk kez Polonyalı biyokimyacı Casimir Funk tarafından kullanıldı. Terim, İngilizce “vital” (yaşamsal) ve “amine” (azot içeren organik bileşik) kelimelerinden türetildi. Her ne kadar sonradan tüm vitaminlerin amin yapısında olmadığı anlaşılsa da, isim bu şekilde kaldı.

ABD’deki bilim insanı Elmer V. McCollum, önce yağda çözünen “faktör A”yı, ardından suda çözünen “faktör B”yi keşfetti. Bu maddeler, daha sonra sırasıyla A ve B vitaminleri olarak adlandırıldı. 1920 yılında ise alfabetik isimlendirme sistemi önerildi ve vitaminler sırayla A, B, C, D, E şeklinde sınıflandırıldı.

Ancak bu sistemin istisnaları da var. Örneğin 1929’da keşfedilen K vitamini, Almanca “Koagulation” (pıhtılaşma) kelimesinden türetildi. Bugün vitaminlerin isimlendirilmesi Uluslararası Temel ve Uygulamalı Kimya Birliği (IUPAC) ile Uluslararası Biyokimya Birliği (IUB) kurallarına göre yapılıyor.

Muhabir: Merve Kiraz