İbadet Anlayışımız

05.02.2016

Allah'a ibadetle yükümlü olan insanla­rın günümüzdeki ibadet anlayışlarını, insan gerçeğinden hareket ederek ele almak istiyo­ruz. Çünkü islâm dini, insan fıtratını göz önünde bulundurarak o fıtratın ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde hükümler koymuştur. İnsan gücünün hududunu aşmayan, onu her zaman yapıcılığa ve yüceliğe yönelten, hiç şüphesiz İslâm'ın prensipleridir.

Hz. Muhammed (s.a.v.)'in getirdiği ni­zam, bütün insanlığı mutlu kılacak ve en ileri noktaya götürecek kapasitededir. Bu din, her an değişen insanlık hayatına cevap verebilecek sürekliliği devam eden prensipler koymuştur. Bu temel prensiplerin gerisinde kalan ve günlük ihtiyaçlara göre şekil alması gere­ken cüz'i hükümleri, bu esaslardan çıkarma selâhiyetini insan aklına terk etmiştir. Kur'an ve Sünnete ters düşme­mek şartıyla, gelişen ve değişen hayat şart­larına uygun hükümleri, bu kaynaklardan elde etme yetkisi insanoğluna verilmiştir. Böylece Kur'an, insan aklına hür olarak ça­lışma teminatı vermiş, insanlık hayatı için koyduğu temel esaslar dairesinde, kişiye dü­şünme hürriyeti sağlamıştır. Bu temel pren­siplerinden dolayı İslâm, her zaman önde gider. Hayatı durdurup geri çekmez. Bu dinin en önemli özelliği dengeli ve uyumlu olma­sıdır. Ruhen yükselmek için bedene işkence yapmadığı gibi, bedenî eğlenceler içinde ru­hu ihmal etmez ve öldürmez.

Ayet ve hadislerin ortaya koyduğu ilk hakikat “sadece Allah'a ibadet edip, O'ndan başkasına ibadet etmemektir”. İslâm, ibadeti sadece Allah'a ait kılmayı emrederken, O'na herhangi bir şeyi ortak koşma yasağını da getiriyor. İnsanlığın tanıdığı veya tanıyabile­ceği her türlü, Ma’bûd edinme çeşidini içine alan kesin bir yasak...

Kur'an'ın ortaya koyduğu bu gerçek karşısında, günümüz insanları çok değişik du­rumlar sergilemektedirler. Onların bu çeşitli durumları, ibadet anlayışlarını da ortaya koymaktadır.

Bir kısım insanlara göre ibadet, kuru bir inanç kabul edilirken, bir kısmına göre de sadece belirli hareketleri yapmaktan ibaret sanılmaktadır. Yine bir kısım insanlar, Al­lah'a ibadetin gayesini tam olarak anlayamadıklarından, yaptıkları ibadetlerinde, ya şuursuz bir durum içine girerler ya da iba­deti fayda ve zarar unsuru olarak görürler. Bütün bunların yanında pek çok insan Al­lah'ın ve O'nun dininin dışında bir takım varlıklara, sistemlere ibadet ederek onlara kul olma pozisyonuna düşmüştür.

Din, sadece vicdanlara hapsedilen kuru bir inanç değildir. Aksine din bütün hayatı kapsayan, hayatî olaylar arasındaki bağı te­min ederek bütün yaşayışı en köklü ve sağ­lam esaslara bağlayan ilâhî bir nizamdır. Bu nizam, Allah'ın birliği esasına dayanır. İnsanî ilişkilerin en sağlamı bu inançtan do­ğar. Yine bu inanç insanlık hayatının “her anına” ışık tutar.

İslâm, başlangıçtan nihayete kadar, iba­det mefhumunu gerçekleştirmeyi en büyük gaye edinmiş bir dindir. İslâm'ın idarî ve ik­tisadî nizamında, ceza hukukunda, medenî ve aile hukukunda ve bu dinin içine almış olduğu diğer konularda, başka bir hedef yok­tur. Kur'an'ın gaye olarak tayin ettiği bu he­defe, insanlar ancak Allah'ın hükümlerine uygun olarak yaşadıkları zaman ulaşabileceklerdir.

Günümüz insanları ibadetin, Allah'ın koyduğu bütün farzları kapsadığı gibi, kişi­yi Allah'a yönelten her hareketi her işi de içine alan bir terim olduğunu bilmelidirler. İnsanoğlu, kalbini Allah'a yönelttikçe haya­tında yaptığı her hareketin ibadet haline dönüşmesi mümkündür.

 “...Allah'a ibadet edin. Sizin O’ndan başka ilâhınız yok” (A’raf-59) Bu mübarek beyânla da bize öğretilmek istenen hakikat odur ki; “Al­lah'ın tek bir ilâh olduğu ve O'na ibadetle kulluk edilmesi”dir.

Her asırda olduğu gibi günümüzde de her türlü şüphe ve bilgisizlikten kurtulmak için, bu gerçeğin aydınlık esaslarına sarıl­mak yeterli olacaktır. Çünkü insan şuurunun istikrarı, düşünce ve davranışının doğruluğu, Allah'ın bütün âlemlerin tek Rabb'i; tüm ya­ratıkların da O'nun kulu olduğu gerçeğinin kavranmasına bağlıdır.

Doğruyu kabullenmenin ve doğru olma­nın biricik yolu, bütün insanların tek Mabûd olan Allah'a yönelmeleri ve O'na kulluk etmeleridir. İnsanlığın huzur ve mutluluğu, hâkimiyeti hudutsuz, saltanatı ebedi olan Allah'a yönelmektedir... İşte insanların Al­lah'a karşı durumu budur. Allah yaratan, insanlar ise -diğer varlıklar gibi- yaratılan­dır. O Rabb'dır. İnsan ise kuldur... Allah'a kul olmak, insanı kullara kulluktan kurtarır. Allah'a kulluktan kaçınanlar kendileri gibi kulların kulu olurlar, ya da nefsi, arzu ve is­teklerinin kulu durumuna düşerler...

İnsan hayatı, sevinç ve kederin güzer­gâhıdır, insan psikolojik olarak elemden ka­çınır sevinçten de hoşlanır. Keder veren se­bepler karşısında öfkelenip korkarken, se­vinç veren sebepler karşısında da ümitlenir ve hırslanır. İnsanların davranışlarında ve kazançlarında bu durumların peş peşe değiş­mesi önemli rol oynar. Ümit veren sebepler yok olunca ümitsizlik kaplar, faaliyet söner. Korku veren sebepler yok olunca da azgın­lık (tuğyan) başlar, sonuç düşünülmez ve iyi davranışlar yapılamaz olur. Ümidin için­de bir korku, korkunun içinde de bir ümit bulunmazsa vazife duygusu atâlete uğrar. İşte insan ruhunun, böyle bütünüyle müte­essir olduğu mutlak bir “korku ve ümit” amiline karşı duyduğu bu ilgi yaratılıştaki Mabûd ve ibadet fikrinin kaynağıdır. Bütün vazife duygusu bunda toplanır. İnsan bu his­si (duyguyu) nereye bağlarsa Mabudu da o olur.

Günümüzde bir takım insanların, maalesef hevâ ve heveslerini, her türlü menfaat ve çıkarlarını kendileri için ilâh edindiklerini görmek­teyiz. Kur'an, Allah'ın ilâhî dinini bırakarak, değişik arzu, istek ve menfaatlerini, davranışlarının tek kaynağı yapan ve böylece bunları put mevkiine çıkarıp hevâ ve heve­sinin kölesi olan insanları, hayret verici bir canlılıkla ortaya koyuyor.

“Gördün mü o kimseyi ki hevâ ve hevesini kendisine ilâh edinmiş...”

Yani gerçeği kabul etmemiş, düşünememiş, keyfi ne isterse onu mabûd edinmiş, böylece de kendi zevkinin sevdasına düşmüş... Çünkü hevâ ve şehvet, gözü kör, kulağı sağır ederek kalbi duygu­suz bırakır. Bu duruma düşen kişi, âlim de olsa ilmine rağmen gerçeği duyamaz olur...

Kur'an'ın, bu canlı tasviri karşısında, ar­tık her insan, neye ibadet ettiğini ve kimin kulu olduğunu kendisi anlayabilir ve anla­malıdır. Şunu unutmamalıdır ki gerçek kul­luk, her türlü bâtıl din ve mabûdlardan ka­çınıp sadece Allah'a hiç bir şeyi ortak etme­den yönelmek demektir. Çünkü insan önce Allah'ı Mabûd tanıyıp O'na kulluk etmek için yaratılmıştır. İşte yaradılış sebebi... Allah’tan başkasına sarf edilen ömürler kay­bedilmiş demektir. İbadet, kulun kendi iste­ğine bırakıldığı için ihtiyari işlerdendir. An­cak her insan Allah'a ibadetle yükümlüdür. İradesini Allah'a yönelterek hareket eden kişi sâlih kullardan olur.

İbadetin ruhu ve şartı, tevhîd ile ihlâstır. Allah'ın birliğine iman etmedikçe O'na ibadet edilemez. Allah'a gerçekten ibadet edenler de O'ndan başka Mabûd tanımazlar. Allah’tan başkasını O'na şerik (ortak) ko­şarak veya Allah'dan başkasını ilâh kabul ederek tapmak ise, Allah'ı tanımamaktır.

Din, tevhîd ve ihlâs ile Allah'a ibadet et­mekten ibarettir. Gerçekten de insanoğlunun maksadı ne ise mabudu da odur. Ve her mabudu onun ilâhıdır. Bunun için yalnız di­li ile Kelime-i Şehâdeti söyleyip davranışları ona uygun olmayanların durumu Allah'ın dilemesine kalmıştır. Dilerse af, dilerse azâb eder.

“Sana Yakın (yani ölüm) gelinceye kadar Rabb’ine ibadetle kulluk et.”(Hicr-99)

Söz ve davranışlarımızla, zahir ve batını­mızla Allah'a gerçek ibadet eden ve kulluk imanı içinde son nefesinde de “lâ ilâhe illal­lah” diyen kullarından olmamızı, yüce Al­lah'dan dileriz.