KANDIRANLARA CEVABIMIZ OLMAYACAK MI?

Yolunu kaybetmişlerin yol tariflerine güvenecek kadar, dostlarımızı akıllı olanlardan seçmediğimizdendir ki, bir türlü aradığımız huzuru bulamıyoruz.

Dilimi çaldın/ kelimelerimi çaldın/bana ne bıraktın/ … la başlayan Sezai Karakoç’un mısraları bugünkü medyanın dilini anlamak, anlamlandırmak ve anlatmak için ne kadar da isabetli bir tasvir…

Diğer taraftan Mil ton’un “halkın gözüne mil çekenler, bir de kalkıp bu halk ne kadar da kör diye kızarlar” şeklindeki veciz sözü, insanın nasıl bir kuşatılmışlık altında olduğunu anlatması bakımından manidar…

Reklamlardan, filmlere kadar nasılda ilginç olmayanın ilginç hale getirildiği, hayatın hafife alındığı, değerlerin yok sayıldığı, tüketicinin suratına kondurulan sahte öpücüklerin de ihmal edilmediği bir kuşatılmışlık…

Adeta, sen zamanı bozuk para gibi gaflet içinde harca ki, ben nimetler ve lezzetler içinde rahat eydim düşüncesinin topluma makyajlanarak sunulması…

İmajlara ve görselliğe dayalı, hiç te bize ait olmayan yaşam tarzlarının, fotoğraflar, filmler, diziler, yarışmalar, reklam panoları ile insan hayatının adeta başka bir şey düşünmesin diye ablukaya alınışı… Dahası çılgınca tüketime sevk ederek nerede ise nabız atışlarımızın dahi kontrol altında tutulmaya çalışılması…

Dostoyevski, hayata yeniden başlasaydım saniyelerin nabzını tutardım demiş, çok güzelde söylemiş ancak, hayatın nabzı görsel medya tarafından adeta kuşatılmış…

Fert bazında kalkınamamamızın sebeplerinden biri de bu olsa gerek. Dünyayı ayağımıza belayı başımıza getiren televizyonun insanlığın değerlerinden neleri alıp götürdüğünün farkında olan kaç aile var.

İsa(As) dan 395 yıl önce yaşamış olan Spartalı komutan Lysander, “çocukları oyuncaklarla kandırın, büyükleri yemle. Onları aldatıp yanlış yönlere sürüklemek istiyorsanız öyle araçlar kullanacaksınız ki, aldatmak istediğiniz kitle tuzağa yerleştirdiğiniz veya oltanın ucuna taktığınız yemin cazibesine direnemesin.

Hangi avın hangi yeme geleceğinin bilinmesi için toplum mühendisleri kafa kafaya verip her gün yeni cinlikler peşinde koşuyorlar. Hangi yeme hangi kitlenin geleceğinin bilinebilmesi için bilimler, felsefeler icat edilmiş.

Evet, ülkemizde de maalesef acı olan gerçek şudur ki, gencinden yaşlısına kadar kahır ekseriyeti bu oyuncaklarından memnun ve başka bir şeyle de ilgileniyor değiller.

Daha da üzüntü verici olanı, bu oyuncaklardan ihtiyaç diye söz edilmesidir.

Kılavuzu olmayan bir yolcu misali, doğruların sesinin yükselmediği, bu gidiş nereye diye sorgulanmadığı yerde avcılar av bulmakta hiç te zorlanmıyorlar.

Hazlarının ve zevklerini zebunu olmuş mide ile tuvalet arasında mekik dokuyan, o diziden öbür diziye, o maçtan öbür maça, o yarışmadan öbür yarışmaya iştahla koşan, mesaisini harcayan bir toplum nasıl idrak ve şuur ekseninde hayat kanaviçesini örgüleyecek?

İmajın ve görselliğin hükümferma olduğu yerde insanımızın kendisini hatırlamasına izin bile verilmiyor. Günlük konuşmalar: Güneş gözlüğünden, cep telefonu ve araba modeline, dizi film konusundan, reklam taklitlerine kadar mesainin harcandığı bir toplumun ne kadar yetişkin olduğu sanırım izaha muhtaç.

Televizyon, sinema, kadın dergileri, internet, sosyal medya, bunların içerikleri ve kullandıkları dilin emrine amade bir toplum ne kadar kendisi olabilir, kendi değerleri ile var olabilirki?

Hangi görüntüler, hangi filmler, hangi bedenler, hangi suretler toplumumuzun değerlerini ve yaşam tarzını yansıtmaktadır?

Hani kedinin önüne ip yumağını atarsınız, önceleri çok hoşuna gider, oynar, eğlenir… Ama zaman geçtikten sonra ipler ayağına dolanınca eğlence ızdıraba dönmeye başlar.

Seküler mühendisler onunda yolunu bulmuş. Eğlence ızdıraba dönüşmeden o kandırmacanın devamı olan yeni ve başka bir eğlence versiyonunu hemen vizyona sokuyorlar.

Sözün, kelamın, irfanın, fikriyatın, değerlerin katledildiği dramdan başka bir şey değil görsel medyanın kahır ekseriyetinin insanlığa sunduğu…