“Gitmediğin yer, dokunmadığın yürek senin olamaz.” diyor ünlü yazar Sinan Yağmur.

Arkasından devam ediyor: “Gençliği anlamak ve onun yarım, yaralı yanına yani yüreğine girmektir tüm mesele.”

Nesiller arasındaki hayata yaklaşım tarzının gittikçe arttığı şu zamanda, gençler saygı duyulmak istiyorlar. Çünkü saygı duyulması sevgiden de hatta aşktan da üstündür.

Gençler fırsat eşitliği istiyor.

Nasıl bir geleceğe hazırlanacağının endişesini yaşıyor.

Gelecek kaygısı yüzünden gençliğinin baharını yaşayamıyor.

Gençlerden çok büyük beklentiler içerisindeyiz. Yalnız biz, gençlerimize ne verebildik?

Gençlik insan ömrünün en kıymetli hazinesi, hayat mevsimlerinin bahar faslıdır.

Ayrıca gençlik; çalışkanlık, zindelik, cesaret, metanet, heyecan ve kuvvet mevsimi olması sebebiyle ayrı bir kıymet taşımaktadır.

Aslında ektiğimizi biçiyoruz. Hayat bir yankı gibi, ne seslenirsek onu bize yansıtıyor.

Gençlerin üzeri kirlenmesin diye harcadığımız çabayı, onların ruhu kirlenmesin diye harcamıyoruz.

Tutturmuşuz bir başarı teranesi; varsa yoksa o bölümler olacak, o hedefler tutturulacak…

Benim oğlum doktor olacak; benim kızım mühendis olacak… Aşağısı kurtarmaz!

Albert Einstein’ın güzel bir tespiti vardır: “Başarılı bir insan olmaya çalışmayın; değerli bir insan olmaya çalışın. Başarılı bir insan hayattan verdiğinden daha fazlasını alır. Değerli insan ise, aldığından daha fazlasını verir.”

O yüzden eğitimciler olarak her zaman söylüyoruz; akademik başarı, eyvallah ama çok daha önemlisi sosyal başarı ve beceriler ve tabii ki insani değer ve erdemler.

Gençlerimize bu değer ve erdemleri veremezsek, sonraki dönemlerde çok acı faturalarını hep birlikte ödemek zorunda kalabiliyoruz.

Hani meşhur kaymakam hikâyesi; evladına bir türlü ahlaki değerleri verememenin kahrıyla yaşayan baba her defasında, “sen adam olmazsın” der dururmuş.

Hikâyenin sonunda oğlu bir ilçeye kaymakam tayin edilmiş; ilk iş olarak da babasını ayağına getirtmek olmuş.

Baba makama girdiğinde, evladı hiç istifini bozmadan edalı bir tavırla; “Baba, sen bana adam olamazsın deyip dururdun ya; Bak gördün mü ben kaymakam oldum.”

Baba yine ders verir bir tavırla: “Evladım ben sana kaymakam olamazsın demedim ki; adam olamazsın demiştim. Görüyorum ki sen yine adam olamamışsın.”

“Eğer sen adam olsaydın, babanı ayağına getirtmek yerine bizzat kendin gelir; babanın hayır duasını alarak vazifene başlardın.”

Adam olmak, insan olmak, ayrı bir meziyet ve şeref.

Herkes okuyor, diploma alıyor lakin Fuzuli’nin dediği gibi bazılarında tahsil cehaleti alsa da eşeklik baki kalıyor.

Yüzyıllar ötesinden bunu gören Yunus Emre de haklı olarak dile getiriyor:

“İlim meclisine girdim, eyledim kıldım talep,

İlim geride kaldı, illa edep illa edep.”

Değerlerimiz değişmedi aslında ama değer yargılarımız çok değişti.

Pragmatik hayatın yel değirmenleri arasında kaybolmaya başladık.

Önceliklerimiz maddiyata doğru kaymaya başlayınca, genç insanlardan da beklentilerimiz o yöne savruldu.

Neticede, hastasına ticari gözle bakan doktorlar; eğri cetvelle doğru çizgiler çizmeye çalışan mühendisler;pragmatist politikacı ve yöneticiler; haklı-haksız bakmadan müvekkil savunmaya çalışan avukatlar; kariyer yapmak peşinde koşan akademisyenler; fedakârlıktan uzak öğretmenler ortaya çıkmaya başladı.

Suçlu kim? Diye sormak yerine, bu tablonun oluşmasında ben neredeyim?

Bu tablonun değişmesi için ne yapabilirim?Diye sormak daha akıllıca olsa gerektir.

Sözün özü, geleceğimizi emanet edeceğimiz tek umudumuz ve bize emanet olan gençliğimize verebileceğimiz en güzel şey; iyi bir örnek olma, onlarla vakit geçirmek ve sevgimizi göstermektir.

(Not: Bu yazıda Sinan Yağmur’un, “Genç Yüreklere Dokunmak” adlı kitabından yararlanılmıştır.)