Bugün hepimiz üzülerek görüyoruz ki her gün onlarca Müslüman katlediliyor. Bu katliamların tamamına yakını, kendilerinin Müslüman olduğunu iddia edenler tarafından gerçekleştiriliyor. Sadece Irak’ta, Suriye’de değil Müslüman coğrafyanın birçok yerinde IŞİD ve DAEŞ benzeri örgütlenmeler var.

Kadın, çoluk-çocuk, sivil, ihtiyar demeden herkesin hedef alındığı ve oluk oluk kan akıtıldığı bir İslam coğrafyasında, maalesef bütün bunlar sözümona İslam adına yapılıyor.

Peki, bütün bu terör odakları nasıl türedi? Bunların İslam’la alakası olabilir mi?

Her şeyden önce şunu söylemeliyiz ki, İslam ve terörün birlikte anılması son derece yanlıştır.

Adını barış ve esenlikten alan, insanların iki cihan saadetini dileyen bir dinin terör ve şiddetle anılması cehaletten öte İslam düşmanlarının ortaya attığı kasıtlı bir fitnedir.

Bu konuda yargıda bulunmak için İslam’ın ana kaynaklarına ve İslam Peygamberi Hz. Muhammed’in örnek hayatına bakmak yeterlidir.

İslam’ı yeterince anlayıp yaşamayan, üstelik de çok yanlış yorumlarla dini değerleri terörize eden ahmaklara bakarak, ‘işte İslam’ın gerçek yüzü’, ‘işte Müslümanların ahvali’ diyerek şamatayla İslam’ı tahkir etmek isteyenlere fırsat vermemek gerekir.

Tarihin her döneminde bu tür fitneci ve fırsatçı insanlar olmuştur, bundan sonra da olacaktır. Ancak önemli olan onların eline koz vermemektir.

Dışarıdan bahane aramak ve bulmak kolaydır. Birileri elbette görevini yapacak, ortalığı karıştırarak gemisini yürütmeye bakacaktır.Burada aslolan, içerideki fitnenin önüne geçebilmek için safları sık tutabilmektir. Birliğimize ve dirliğimize halel getirecek söylem ve eylemlerden kaçınmaktır.

İslam’ın referans kaynakları bize dinin engin hoşgörüsünü sunarken, bugün yaşanan hoşgörüsüzlük ve ötekileştirmenin sebepleri üzerinde iyi durmak gerekir.

“Birbirinizle tanışasınız diye sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık”(49/13) diyen bir Kutsal Kitaba inanan insanların etnik ve kısır-mikro milliyetçi yaklaşımlarla meselelere bakması nasıl izah edilebilir?

“Renklerinizin ve dillerinizin farklı olması O’nun ayetlerindendir”(30/22) buyuran Yüce Kuran’a inandığını iddia eden insanların tek tipçi ve ırkçı bir yaklaşımla kendisinden başkasına hayat hakkı tanımaması neye dayandırılabilir?

Hani, İslam’ı çok doğru anlayan, anlatan, seven ve sevdiren Yunus’ların, Mevlana’ların, Hacı Bektaş’ların dili nerede kaldı?

“Benim çadırım gökyüzüdür, içine herkesi alır” diyen bir zihniyetten, “benim gibi inanan Nuh’un gemisindedir kurtulur, diğerlerinin canı cehenneme” diyen bir zihniyete evirildik.

Dini sevgi, hoşgörü ve çoğulcu bir yaklaşımla yaşadığımız günlerde çok mutlu ve dünyayı yaşanabilir kılarken; katı kurallara bağlı mezhepçi ve tek tipçi yaklaşımlarla mutsuz, sevimsiz ve dünyayı kan ve gözyaşına boğan bir duruma geldik.

Mezhepli olmakla mezhepçi olmayı; taraftar olmakla tarafgir olmayı; dindar olmakla dinci olmayı; cemaatli olmakla cemaatçi olmayı birbirine karıştırdık.

Mezhebimizi, meşrebimizi, kavmiyetimizi, asaletimizi dinin önüne geçirdik. Bizim gibi inanmayan, bizim gibi düşünmeyen, bizim partimize oy vermeyenleri hain ilan ettik.

Liderlerimizi “lâ yü’sel” yani sorgusuz, sualsiz, yaptıklarında hikmet ve keramet olan erişilmez varlıklar olarak gördük.

Zaman zaman akıllarımızı kiraya verip bizim adımıza düşünen zatlara ve cemaatlere kayıtsız şartsız teslim olduk.

Allah’a taptığımızı ve her şeyin üzerinde gerçek güç sahibi olduğunu söylerken; egemen güçleri ve ulusları O’na şerik yaptık. Devleti, malı, şehveti, şöhreti tabu haline getirip kutsadık.

“Kahrolsun kapitalizm” sloganları atarken, farklı yollarla yeni kapitaller ve kapitalistler oluşturduk.

Tabi bu satırları yazanın da dahil olduğu- genel itibariyle özeleştiri niteliğinde olan- bu yazının dışında kalan ve hakkını veren insanlara saygımız sonsuzdur.

Ne var ki geldiğimiz noktada İslamâleminin hal-i pür melali ortadadır. Bu vahim durumdan çıkmanın elbette yolları vardır.

Çözüme dönük değerlendirmeleri bir başka yazımıza bırakalım.

Selam ve dua ile…