SUNUŞ
Elinizdeki bu kitap Romanya’ya yaptığım 10 günlük bir geziden hatıramda kalan, unutulmması gereken hatırlanması  faydalı olacağına inandığım hatıralarımı içermektedir. Bu bir yabancının dışarıdan bakış açısını yansıtmakta ve  kişisel dünyasını, iç dünyasını harman ederek gördükleri ile bildiklerinin çakışmasından ortaya çıkan  bir kitaptır.
Gördüklerimiz bildiğimiz gibi, bildiğimiz gördüğümüz gibi olmayabilir.  Kısa bir süre içerisinde  edindiğim bilgi, yaptığım inceleme ve araştırmaların neticesinde bu küçük kitap ortaya çıktı. İnanıyorum ki, çok büyük eksikliklerim var.  Çünkü bu büyük ülke Romanya bu kitaba sığdırılabilecek kadar küçültülemez.  Bu yüzden de okurlarım bu kitabı  benim dağarcığımdaki bilgiler olarak kabullenmeli ve  değerlendirmeyi o şekilde yapmalıdırlar.
Yazar Dostum Güner Akmolla Hanımefendinin daveti ile  Emel Dergisinin 83. yıldönümü ve Güner Akmolla’nın Emel Dergisindeki 10 yılı nın jubilesine katılmak üzere bu ülkeye gittim. Orada  bizlerden, bizim gibi düşünen  yazan, çizen çok sayıda insanla tanışmış olmam benim için önemli bir kazanç oldu.
İki kültür arasında bilginin paylaşımı ve kültürün değişimi adına  önemli kazanımlar elde ettim.  Bir zamanlar Osmanlı’nın 400 yıl idare ettiği bu topraklarda bulunmak onların kokusunu hissetmek hoş bir duygu. Evladı Fatihan’ın bıraktığı  topraklarda, kardeşlerimizin nasıl bir hayat sürdüğünü, nasıl bir hayat tarzı içerisinde olduğunu anlamak önemliydi. Müslüman da olsa, Hırıstıyan’da olsa onlar bir zamanlar bizlerin komşularıydılar. 
Bulunduğumuz bölgede, Türkler, Tatarlar, Romenler, Çingeneler, Makedonlar, Bulgarlar, Yahudiler, Yunanlılar vardı. Bu kadar kültürün bir arada olması, birbiri ile kaynaşması, elbette ki önemliydi ve  bu kadar insanı bir arada tutabilen tutkalın sihrini ve formülünü bulmuşlardı. Bir zamanlar Osmanlı bu tutkalı sağlamıştı. Ardından Sovyetler Birliği ya da Çavuşesko gibi yöneticiler baskıyla zorla ülkenin kalkınmasına katkı sağladılar. Ama neticede kendilerini dahi kurtaramadılar.
İnanıyorum ki bu yazdıklarımız  bazı fikir ve düşüncelerin yeşermesine önemli katkılar sağlayacaktır.  Bugün Avrupa Birliğine girmiş bulunan Romanya’nın ileride Türkiyenin de bu birliğe dahil olması ile birdlikte ilişkiler daha da güçlenecek, geçmişten gelen bağlarımızla, daha da  güçlü bir toplum yapısı oluşturacağız.
YOLCULUK BAŞLIYOR
Kökü Osmanlı, Gövdesi Sovyet, Yaprakları Avrupalı bir ülke Romanya.  Ya  da asaletin esarete, esaretin  yokluğa, yokluğun,  var olma kargaşasına dönüştüğü ülke, Romanya.
Kurban Bayramı öncesinde bu ülkeyi ziyaret etmiştim.  Kitaplarımın  bazılarının  Rumen diline çevrildiği, bazılarının ise halen çeviriminin devam ettiği Romanya’da yazar arkadaşlarımın davetlisi olarak bu ülkenin konuğu oldum. 
Seyahat tabi ki vize ile başlıyor. Son yıllarda Romanya’nın Avrupa Birliği üyesi olması sebebiyle Türkiye’ye vize uygulayan ülkeler arasında yer alıyor. Schengen Vizesi uygulamaları sebebiyle ülkeye gidecekler adeta ağır bir evrak düzenine tabi tutuluyor. Dünyanın süper gücü olarak bilinen ABD vizesini almak, herhalde Romanya vizesi almaktan daha kolay.  Çünkü daha önce ABD vizesini almış, Avrupa birliği ülkelerine gitmiş vizesini almış, o ülkelerden bazılarını görmüş birisi olarak  Romanya  vizesi almak bana biraz daha ağır geldi.
Neyse ki gazeteciliğimiz gösterdiğimiz basın kartı etkili olunca da ikinci gün vizemizi aldık ve  Romanya’ya gittik.
Gideceğimiz yer  Osmanlı döneminde ve halen Dobruca olarak bilinen bölge olacaktı.  Bu yüzden de Bükreş’e uçakla gidip oradan karayolu ile  Köstence’ye gelmek yerine  doğrudan karayolu ile  İstanbul’dan  Köstence’ye gitmeye karar verdik.  İstanbul Aksaray’da bulunan Avrupa Garajları’ndan  aldığımız otobüs bileti ile Karadeniz ‘in kenarından  gidecek, hem de Bulgaristan’ı görme şansımız olacaktı.
İstanbul Köstence Arası  yaklaşık 600 Kilometrelik bir yoldu.  Bu yolun  yaklaşık 250 Kilometrelik bölümü Türkiye sınırları içerisinde, kalan 300 kilometre Bulgaristan sınırları içerisinde,  kalan 50 Kilometre ise Romanya sınırından Köstence’ye kadar olan bölüm.
Öğlenden sonra saat 15.00 te  Avrupa Garajları’ndan başlayan yolculuk sırasında otobüste bulunanların pek çoğunun Türkçe konuşuyor olması sebebiyle yabancı bir ülkeye gittiğinizi sanmanızın aksine, sanki insanlara  bir ülke içerisinde şehirlerarası bir yolculuk yaptığınız hissine kapılıyoruz. Bu ta ki Bulgaristan sınır kapısına gidinceye kadar sürüyor.
Sınırda karanlık basmıştır.  Gümrük kapısında önce Türk makamları çıkış mührünü pasaportlara vurup, Bulgaristan tarafına geçişi sağlıyor. Sınır kapısında kendi aralarında Bulgarca konuşan,  gümrük görevlileri zaman zaman Türkçe bazen de Romen dilini konuşuyor olmaları ile  komşu ülkeye geldiğimizi anlıyoruz.  Sınırda Pasaport  ve valizlerin kontrolü  yaklaşık kırk beş dakika sürüyor.  Kırk beş dakikadan sonra  Özellikle Türkiye tarafında çevreyi aydınlatan lambalar Bulgar tarafında yok gibi. Âdeta karanlığa gömülüyorsunuz.
Gümrük işlemleri sırasında  artık tabelalarda alfabenin değiştiğini, Hem Kiril, Hem Latin alfabelerinin birlikte kullanıldığını görüyorsunuz. Otobüs hareket edince yol standardının düştüğünü, iki aracın birbirlerinin yanından geçerken bile zorlandığı tek gidiş, tek gelişli dar bir yolda ilerlemeye başladığımızı görüyoruz. 
Gürcistan ile  Türkiye Arasında bulunan Posof’taki Sınır kapısını hatırlatıyor bu bölge,  Türkiye tarafında yarı ağaçlı bir bölge, Gürcistan tarafında sık çam ormanları. Bunu anlayabiliyorsunuz. Çünkü bir dağ geçiyorsunuz. Bu dağ, Karadeniz’den gelen yağışlara engel olduğu için o bölgede ağaç nadiren yetişebiliyor.  Ama Bulgaristan ve Türkiye arasındaki Dereköy sınır kapısında  bunu çözmek biraz zor. Türk tarafında ağaç yokken, Bulgaristan tarafında yol kenarları sık bodur ağaçlarla dolu. Gece boyunca  yolculuğumuz sürüyor. Gecenin karanlığında uzaktan uzağa Bulgar köylerinin fersiz ve cılız ışıkları yanmaya devam ettiğini görüyoruz.. Bazen  Büyük yerleşim alanlarından geçiyoruz.  Özellikle de  bizdeki şehir ve kasaba mantığından uzak  kasabalar ve şehirler. 
Bulgar şehirlerinden geçerken, Amerikan markalarının buralarda da yer aldığını, artık onların da ekonomik olarak  Amerika kültür ve ekonomisine  bağım- lılıklarının oluşmakta olduğunu görüyoruz.
Tam gece yarısı Otobüs bir konaklama tesisinde duruyor. Tesiste bir lokanta var. Üst kısımda da Türk otobüs firmalarının  tabelaları yer alıyor. İçeriye girdiğiniz zaman buranın bir Türk lokantası olmadığı hissine varıyorsunuz. Bir molanın ardından  yolculuk devam ediyor., Gece saat 02.00 sıralarında  Bulgaristan Romanya sınır kapısı olan  ‘Durankulak’ tayız. Bulgar polisinin çıkış damgasını basmasının ardından  Romanya’ya geçiyoruz.  Türkiye’de konsoloslukta yaşadığımızı burada ikisi öğrenci  olmak üzere dört kişi  tekrar yaşıyoruz. Sorgular evraklar, derken onları da doldurup yolumuza devam ediyoruz.
Artık Romanya’dayız.  Vardar ovasını geçmiş, Dobruca  bölgesine girmiş bulunuyoruz. Zaman zaman köylerden, Kasabalardan geçiyoruz. Tabeladaki Bizim Köstence Onların Constanta yazılarının altında yazan kilometreler azaldıkça azalıyor. Dünyanın üçüncü büyük Limanı olan Köstence’de Karadeniz kenarındaki vinçleri görerek gece karanlığında Köstence’ye varıyoruz. 
KÖSTENCE*
Köstence (Constanta) yaklasık 120.000 yıllık, Paleolitik Dönemden kalma bir şehirdir. Arkeolojik kazılardan sonra Neolitik, Tunç ve Demir çaglarına ait kalıntılar bulunmuştur. Köstence bu özellikleriyle bölgenin en eski yerleşim birimidir.
Antik Tomis-Constanta Kalesinin kuruluşuna kadar uzanan zamanda önemli tarihî sahnelere tanık olmuştur (Pontus Euxinus bölgesi (MÖ 7. ve 5. yüzyılda)). Yunan kolonileri Köstence'ye uzanarak yerleşim alanı kurdular. İlk kez burada Emporion gotik yerlesimi kurdular (MÖ 4. ve 3. yüzyıl).
MÖ 3. ve 1. yüzyılda liman kenti olmasıyla birlikte şehir planlamasıyla sürekli gelişti ve önemini korudu.
MÖ 1. yüzyılda alt Tuna ve Karadeniz arasında kalan bu bölgeye Romenler yerleşmeye başladılar. Romenler bölgeyi jeopolitik ve ekonomik yönden gelistirerek bölgenin kültürel ve sosyo-ekonomik yapısını da böylelikle ilerlettiler. Mükemmel sehir planlamasi ve aktif bir liman kenti olmasiyla gittikce güclendi.
Romenlerin barış dolu hayatı barbarların bölgeye istilalarına kadar devam etti (3.-4. yüzyıl). Şehir, istilalara karşı direndi ve Roma İmparatorluğu süresince Dobruca önem kazandı. Bu süreç Romenlere birçok zor anlar, dramatik olaylar ve durum değişiklikleri yarattı. Tomis (Roma-Bizans Dönemi’nde) oldukça önemli bir hıristiyanlık merkeziydi. Hıristiyanlık Saint Apostle Andrewle birlikte papalık merkezi oldu. Ayrıca şehir 5. ve 7. yüzyılda ekonomik ve askeri yönden güçlenerek Hunların, Slavların, Bulgarların, sonra Tatarların ve Türklerin bu bölgeye göç etmesine yol açtı.
Barbarların istilalarıyla birlikte şehir, tahrip olarak daha çok kırsal yapıya dayanır oldu.
10. ve 13. yüzyılda şehir önceki gelişmişliğine bağlı olarak tekrardan önem kazanacak ve tekrardan liman kenti olarak değerini koruyacaktı. O dönemlerde denizcilik İtalyanların egemenliğindeydi.
14. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu bu bölgede etkisini göstermeye başladı. Dobruca ve Köstence 15. yy’dan başlayıp 19. yy’a kadar süren savaşlarla Osmanlılar’a bağlandı. 1877-1878 yılları arasında süregelen Bağımsızlık Savaşıyla Dobruca tekrardan Romanya’nın sınırlarına geçti. Bu sonuçla Dobruca gerçek gelişimine başlamış oldu. Romanya Kralı Carol I‘in tabiriyle Köstence liman kenti olması nedeniyle Romanya’nın kalbiydi.
1890-1895 yılları arasında ünlü Romen mühendis Anghel Saligny Avrupa’nın en uzun, dünyanın ise 3. uzun köprüsünü inşa etti. 1985-1909 yılları arasında Köstence limanı büyük bir yeniden yapılandırma projesiyle modernleştirildi. Birçok ülkeden 100 lerce geminin uğrak yeri haline gelen liman böylelikle güçlenmeye başladı. Ayrıca yine bu dönemlerde şehrin altyapısı kurularak karayolları ve demiryolları yapıldı. Güzel dizaynlara sahip binalar inşa edildi.
I. Dünya Savaşı (1914-1918) boyunca Köstence, Almanlar ve çoğunlukla Bulgarlar tarafından harap edilerek görkemli dönemine son noktayı koydu. Mayıs 1918'deki Bükreş antlaşması madde 10.b. (Antlaşma hiçbir zaman Romanya tarafından onaylanmadı) Köstence merkez güçlerin (Alman, Türk, Bulgar) kontrolü altında kalıyordu.
Şehir birleşik orduların Yunanistan'daki başarılı saldırıları sonucu Bulgaristan'ın savaş dışı kalmasıyla özgürlüğüne kavuştu.
2 savaşın arasındaki dönemde (1918-1940 yılları arasında) Köstence liman kenti olmasına dayanarak ekonomik ve ticari ilişkilerini tekrardan güçlendirdi. Köstence ülkedeki tüm denizcilik faaliyetlerinde %70 pay aldı. Bu dönemde Köstencedeki tersane en güçlü dönemini yaşayarak bölgenin en girişimci unvanını ve en çok istihdam yaratma olgusunu kazandı.
Ne yazık ki II. Dünya Savaşıyla birlikte Köstence tekrardan sahip olduğu güçleri kaybetti. Sovyet işgalciler tarafından Romen donanmaları yokedildi ve liman işgalciler tarafından yönetilmeye başlandı. Köstence limanının öneminden dolayı bölgede komunist rejim uygulanmaya başlandı. Şehir, Sovyet endüstrileşmesiyle özellikle 1960-1975 yılları arasında gelişti. Tersane geliştirildi (150.000 gemi), ticari filolar arttırıldı (1985’de 250.000 civarı gemi), birçok fabrika açıldı ve özellikle deniz kenarları turistik amaçlı geliştirildi. Aralık 1989’dan sonra Köstence Bükreş’ten sonra Romanya’nın en önemli 2. şehri olarak yerini korudu ve şehir gelişim arayışları içerisindedir.
Sabah Geç kalkıyoruz. Köstence sokaklarında bir tura çıkıyoruz.  Bir Romen şairin adının verildiği  caddeden  Bir parka geçiyoruz.  Köstence’de ilk dikkatimi çeken şey, benim daha önceden gördüğüm eski Sovyetler birliği ülkelerindeki şehirlerden  hepsi adeta birbirinin kopyası gibi.   Gürcistan’da, Nahcivan’da, Azerbaycan’da ve Kırgızistan’da gördüğüm  şehirler hemen hemen birbirinin aynısı projelerle donatılmış.   Bişkek’te bulunan bir Kültür merkezinin bir benzeri Köstence’de var. Sadece çevre düzeninin farklı olduğunu hissediyorum. Bir Parkta yürürken  insanların guruplar halinde  vakit geçiriyorlar. Bize Gezdiren Yazar dostum Güner Akmolla parkta guruplar halinde bekleşen, ayaküstü sohbet eden guruplardan genellikle yaşlı ve fötr şapkalı olanlarının  Makedon yaşlıları olduğunu, genel olarak şapkasız olanların ise tatar yaşlıları olduğunu ifade ediyor. Şehirde yaya yürüyüşümüz devam ediyor.  Mahalle aralarında yürürken Güner Akmolla Hanımefendi  Eşim Semra Hanımla   koyu bir sohbete dalıyor  geniş, düzenli sokaklardan dar ve çıkmaz sokakların  bulunduğu bir bölgede eski bir caminin minaresini hedefliyor ve oraya doğru gidiyoruz. Birkaç çıkmazın ardından caminin  giriş kapısını buluyoruz. Küçük  ahşaptan yapılmış bir mahalle camisi.  Anadolu Camii olarak bilinen bir cami. Cami yaklaşık 50 kişinin ibadet edebileceği bir büyüklükte. Yeşil  ve beyaz renklere boyanmış caminin minaresi de tarz olarak bizim minarelerimize benziyor ancak şerefesi Kalın demirlerle oluşturulmuş üç halkadan oluşuyor. Bahçesinde güller açılmış, kıblenin ters istikametinde lojmanvari mütevazi bir ev. Evde kimsecikler yok. Bahçede birkaç meyve ağacı ve  yerler çim ekili ve bakımlı. Öğlen namaz vakti geçmiş, camiye giriyoruz. Caminin imamı genç bir delikanlı. 20-25 yaşlarında. Bizleri karşısında görünce biraz şaşırıyor. Sonra Güner Hanım’ı görünce şaşkınlığı gidiyor. Güner Hanım  İmam’ın hem baba dostu, hem de öğrencisi. Hocasına ve bizlere hoş geldiniz diyor. Uzun soluklu bir muhabbet başlıyor. 
Cami İmamı  Merhum, Süleyman Hilmi Tunahan Hoca Efendi’nin  cemaatinin kurduğu bir Kur’an kursundan  mezun olmuş.  Köstence’de İslami anlamda  bir cemaat mensubu ile karşılaşmış bulunuyoruz. 
Faruli Caddesindeki Anadolu Camii’nin  imamı dili döndüğünce Köstence’de yaptığı çalışmalardan bahsediyor. Kur’an eğitimi hizmetinin burada sürdürüldüğünü ifade ediyor. Cami cemaatinin  yokluğundan  şikayetçi oluyor. Oysa Köstence’de dini Müslüman olan çok sayıda etnik gurup var. Bunların başında  Tatarlar, Türkler, Türkçe konuşan çingeneler var.  Ama Sovyet döneminde dine karşı alınan tavır sebebiyle Camilere gidenler hep takibe uğramış, insanlar baskı altında birbirlerinden  koparılmış bu yüzden de kimse dinini öğrenememiş.  Sonradan ortaya din adamı diye çıkanlar da  sadece kendi menfaatleri ile dini kullanmış, gerçek dinden habersiz bir toplum oluşturmuşlar. Bu yüzden ki camilerin boş olduğunu söylüyor.
Caminin içerisinde bize hiç yabancı olmayan çiniler var. Mihrapta Kütahya çinilerinden oluşan  güzel bir tezyinat ve  Mihrabın en üst Kısmında Allah ve Muhammed yazıları, Onun altında güzel bir Besmele ve Sağlı sollu ve besmelenin alt kısmında da çinilere işlenmiş Ayet-el Kürsi yer alıyor. İmamın Cuma günleri hutbesini irat ettiği  Minber de gene Kütahya çinilerinden yapılmış. Halılar Camiye göre saf düzenini oluşturacak biçimdi tasarlanmış. Yani hemen hemen her şeyi bizim camilerimizdeki gibi. Sıcak, insanın alnını öpebilecek kadar kendisine yakın hissediyor insan. Yakınlık duyuyor.
HÜNKAR CAMİİ
Köstence’nin önemli camilerinden birisi de Hünkar Camii bir Cuma günü buraya gidiyoruz. Uzaktan caminin minaresi görünüyor, Biz de ara sokaklardan minareyi hedefleyip gidiyoruz. Çevresine yapılan binalar arasında kaybolmuş bizde olsa bu kadar yakınına bir binanın yapılmasına izin verilmez.  Taştan yapılmış cami, bizin orta büyüklükteki mahalle camilerimiz kadar. Bir safa yaklaşık 20 kişi sığabilir. 10 saf bir cemaati alabilir ve yaklaşık 200 kişilik bir cemaate hitap edebilecek bir kapasitede. Caminin  bahçesinde şadırvanda abdest alanlar var.  Birisine Türkçe bilir diye bir soru yöneltiyorum. Ama anlamadan bir cevap veriyor. Ben de onu anlayamıyorum. Çok önemli bir soru olmadığı için ikimiz de sadece gülümsüyoruz.
Cami yakınlarında bir okul var. Okulun öğrencilerinden çantaları omuzlarında  birbirleri ile  şakalaşan çocukların yanı sıra öğrencilerden çantaları ile birlikte camiye, Cuma namazına gelenler de var.  Değişik dinlerin, değişik dillerin bir arada olması sebebiyle ortak lisan olarak sokakta Rumen dili kullanılıyor.
Caminin içerisine girdiğiniz zaman cemaatin büyük çoğunluğunun yaşlılardan oluştuğunu görmek hiç te zor değil. Bunu hemen hissediyorsunuz. Gençler oldukça azınlıkta. 250-300 kişilik bir camide 60-70 kişilik bir cemaatle Cuma namazı kılıyoruz.  Cuma namazından sonra orada bulunan cemaatle dilin neden Türkçe olduğunu, orada Türkçe bilmeyen cemaatin de bulunduğunu hatırlatıyorum ve örnek veriyorum  İngiltere ‘deki camilerde  hutbeler genel olarak iki veya üç dilde okunuyor. Önce İngilizce, Ardından Arapça, onun ardından da Fransızca okunuyor. Burada  da  Türkçenin dışında Rumen dilinde de okutulmasını söylediğimde, “Türk dili unutulmaya yüz tuttu. Bu yüzden de Türkçe okunmaya devam ediyor. Aksi halde insanlar  Türkçeyi de unutacaklar diyorlar ve haklı bir gerekçe ortaya koyuyorlar.
KRAL(CAROL) CAMİİ
Kral Camiinin temeli Osmanlı sultanlarından II. Mahmud'un emriyle 1823 yılında Aziz Mehmet Paşa tarafından yaptırılmış olan Mahmudiye Camii'ye dayananır. 1910 yılında Romanya Kralı I. Carol, I. Dünya Savaşı'nda Romanya için savaşan Müslüman Türk ve Tatarların sadakatini ödüllendirmek için Mahmudiye Camii'nin temeller üzerine 1910 yılında inşaasına başlatmış, 1912 yılında da tamamlattırmıştır. Yeniden hizmete açıldıktan sonra Kral'ın yaptırması nedeniyle Kral Camii ismi alan caminin mimarı Victor Ştefanescu isimli bir Romendir
Tarihi Kral Camisi, Köstence'yi ziyaret eden turistlerin en çok ilgi gösterdiği mekanlar arasında yer alıyor. Bu tarihi eseri ziyaret edenler aynı zamanda cami içerisindeki 200 yıllık en büyük tarihi halıyı da görme fırsatını buluyor. Sultan Abdülhamid Han tarafından hediye edilen 144 metrekarelik 483 kg ağırlığındaki halı ziyaretçilerin büyük ilgisi ile karşılaşıyor. Ancak o halı  şimdilerde kaldırılmış ve Türkiyede kullanılan  her kişiye bir seccade olacak şekilde yapılmış yekpare bir halı kullanılmaktadır.
Taştan yapılmış olan caminin girişinde dar bir avlu bulunmaktadır. Avlunun iki tarafı  küçük kubbelerle kapatılmıştır.  Avlu ile Caminin birleştiği noktada caminin taştan minaresi bulunmaktadır. Tek minareli ve Türk sitilinden çok arap mimarisine benzeyen minarede  tek bir şerefe bulunmaktadır. Şerefe kısmının üst kısmı ise  kapatılarak yağmur ve yağıştan korunaklı hale getirilmiştir.
Caminin iç kısmında bizim camilerimizde ki süslemelere benzer herhangi bir süsleme yoktur.  Farklı yapısı ile bizden nakışlar bizden ruh taşımayan kaba hantal bir görüntüsü var.  Avludan içeriye girişte sağlı sollu ayakkabılıklar var. Bu sahanlıktan sonra da camiye giriyorsunuz. Oradan da Ayakkabılarla  caminin içine kadar giriyorsunuz.  Bir camiden çok  bir müze görünümünde. Zincirlerle insanın girişini engelleyen bir platformu aşıyor ve içeriye giriyorsunuz. Burada ibadetinizi yaptıktan sonra dışarıya çıkıyorsunuz.
Cami dışarıdan görünümü ile kapalı bir mekan görüntüsünde bir hapishaneye benziyor. Çok çüçük ve  Yüksek pencereler  kubbelere yakın bir pozisyonda bulunuyor. Bu yüzden de içerisi karanlık ve dışla irtibatı olmayan bir yapı. Çok sevimli gelmese bile Köstence’nin en büyük camisi burası.
TV’DE DEPREM İ ANLATIYORUZ
O gün  Litoral TV kısa adıyla LTV ile daha önceden  verilmiş bir randevumuz var.  O randevuya kavuşmamız gerekiyor.   Bir önceki gün gördüğümüz emekli Makedonların, Tatarların, Romenlerin buluştuğu parka geçiyoruz. 
Biraz sonra LTV nin sunucu ve yapımcılarından Codrut  Burdujan arabası ile geliyor. Codrut, 30 yaşlarında genç bir delikanlı, saygılı, aynı zamanda dindar bir Hristiyan. Otomobiline biniyoruz.  Kendisi ile İngilizce olarak sohbetimiz sürüyor. Romanya’da  Müslümanları ve Hristiyanları ayrı ayrı temsil eden inanç programları yapıyor. Bir hafta bir Hristiyan’ı TV programına konuk ediyor, diğer hafta da  bir Müslümanı. İnançsızlığın affedilemeyecek bir hata olduğunu söylüyor.  Ben de buna katılıyor ve katıldığımı ifade ediyorum. Otomobilde giderken yapılacak programın detaylarını konuşuyoruz. Güner Hanımın zaman zaman Romence  cümlelerle araya girmesi ile zaman zaman sohbetimiz sekteye uğrasa da  dikkat edince  Rumen dilinin İngilizceye çok benzediğini fark ediyorum.  Yani İngilizceyi iyi bilen bir kişinin Rumen dilini kısa bir süre içerisinde öğrenebileceği kanaatine varıyorum.
Litoral TV ye gidiyoruz. Ne içeceğimiz soruluyor. Çay içeceğimizi ifade ediyoruz. Çay demişken, Romanya’da bizim çok sık içtiğimiz, hayatımızın bir parçası olan Çayı bulmak pek zor. Çay bulduğunuzda da mutlaka poşet çay bulabiliyorsunuz. 
Orada birkaç dakika  bekleyip birer çay içtikten sonra  TV programına katılacak diğer arkadaş geliyor. Radu Cotofana bir jeoloji Mühendisi. Yer hareketlerini, yer bilimini çok iyi biliyor.  Romanya’da  o tarihlerde sık sık depremlerin meydana gelmesi sebebiyle programda depremi konuşacağız .
Stüdyo ışıkları altında yerimizi alıyoruz. Codrut Burdujan soruyor, bizler de cevaplandırıyoruz.  Sorular Rumen dilinde soruluyor, Güner Akmolla Hanımefendi  Onu Türkçeye çeviriyor, ardından ben Türkçe konuşuyorum, Güner Hanım  onu Rumen diline çeviriyor. Program bu şekilde sürüp gidiyor. Özellikle bizim takdimimiz sırasında  Stüdyoda Erzincan depremi ile ilgili görüntüler de yayınlanıyor. Bir kez daha kaderimizin  bizleri Romanya’da yakaladığına şahit oluyoruz. 
Yaklaşık bir saat süren programda  anlatacaklarımızın onda birini anlatmadan bir saatlik süre geçiyor ve  program bitiyor.
Depreme karşı alınan tedbirler konusunda  sorulan bir soruya verdiğim cevap, Türkiye’nin depreme bakışını ve uygulamaları  Rumen  Mühendis Radu Cotofana’nın çok dikkatini çekiyor.  Gerek televizyon programında, Gerekse program sonrasında Türkiye Cumhuriyeti devletinin çürük binalarla ilgili kredilendirme sistemi, çürük binaların yıkılıp yeniden yapılması ile ilgili uygulamalarının  Romanya tarafından da yapılması gerektiğini belirtiyor.
Radu Cotofana, özellikle Rumen Kamuoyunun  programdan önemli ölçüde istifade etmiş olduğunu sözlerine ekliyor.

HASTA ZİYARETİNDEYİZ
Bu arada tatar davasının önemli savunucularından ve Emel Dergisinin  kurucusu Necip Hacı Fazıl’ın  hasta yatağında yatan kızını ziyaret ediyoruz.  Köstence’nin mutena semtlerinden birisinde bir apartman dairesinde Bizim ifademizle “Sevim”,  Rumenlerin ifadesi ile “Suyum” hanımı ziyaret ediyoruz. Sevim hanım, 70 yaşlarına yakın ama daha da genç görünüyor.  Konuşmakta zorlanan Sevim Hanım,  Kendisinin  Türkiye’den gelen misafirleri olduğunda  gözleri dolmuş ve bizleri evine davet etti.  Davette evde bir bakıcı hanım vardı.  Bakıcı hanım Türkiye’de uzun zaman kalmış. Kaldığı süre içerisinde de  çalıştığı evin sahibi kendilerini hacca göndermiş bunu bir şevkle anlatıyor ki, şaşırırsınız.
Sevim Hanım’a geldiğimizi Haber verdiler. Hasta  yatağında  kalkmak için çaba gösteren ancak, hastalığı sebebiyle kalkamamanın  tedirginliği her halinden belliydi. Yatağının  başında asılı bulunan küçük  tablolar , üzerinde pempe çiçekleri  bulunan yorganındaki pempelik hasta yanaklarına vurmuş gibi.
Ağarmış saçları bembeyaz teni ve kımıldayan dudakları arasında memnuniyetini belirten  zoraki bir tebessüm. Belli ki, ağrıları ve sancıları var.  Yanında bulunan ve hizmetini gören kadın, uzun süre İstanbul’da kalmış. Çalıştığı işyerinin sahibi  kendisinin tüm masraflarını karşılayarak hacca göndermiş. Bu yüzden Türkçesi gelişmiş ve hacca gidişini anlatırken gözlerinin içi parlıyor.
Sevim Hanım’ın yatağının başında toplanıyoruz. Şifa dileklerimizi ve dualarımızı ifade ediyoruz. Sevim Hanım’ın gözlerinde bir parıltı, bir yaşarma ve pembe yanaklarından süzülen iki damla yaş. O arada eşim  Kur’an okuyor.  Kur’an’a hürmeten başını kaldırmak istiyor, fersiz takatsiz başı tekrar yastığın üzerine düşüyor.
Ancak kulağınızı verdiğiniz zaman duyabileceğiniz sesle birkaç kelime söylüyor. Güner Hanım , Sevim Hanım’ın gelişimizden, hele hele Türkiye’nin ta doğusundan kendisini ziyarete gelen misafirlerinden çok mutlu olduğunu ifade ediyor. 
Stalin döneminde sürülen, sürüldükten sonra  Türkiye’ye kaçan ve orada Emel Dergisini Çıkaran Hacı Necip Fazıl’ın sülalesinden kalan tek Kişi Sevim Hanım. Sağlıklı uzun ömür dileklerimizle oradan ayrılıyoruz.
YUNUS EMRE ENSTİTÜSÜ
Kıral Camii çıkışında  Köstence Yusus Emre Enstitüsü  Müdür Vekili,  Mete Yusuf Ustabulut beyle  tanışıyoruz. Oradan da  Köstence’deki Yunus Emre Enstitüsü binasına gidiyoruz. Giderken  Mete Yusuf Ustabulut  Yunus Emre Enstitüleri hakkında bizleri aydınlatıyor.
Yunus Emre Vakfına bağlı olarak kurulan Yunus Emre Enstitüsü, kanunun amaçlarını gerçekleştirmek üzere eğitim ve öğretim faaliyetleri ile bilimsel araştırma ve uygulamaları yürütmektedir. Bu amaçla Romanya’da hem Bükreş, Hem de Köstence’de birer şube açmıştır. Enstitü, kuruluş amaçları doğrultusunda Türk kültürünün, tarihinin, dilinin ve edebiyatının daha iyi tanıtılması ve öğretilmesi amacıyla araştırmalar yapmak, farklı kurumlarla işbirliği yaparak bilimsel çalışmaları desteklemek ve ortaya çıkan sonuçları çeşitli yayınlar vasıtasıyla kamuoyuna duyurmak amacına yönelik faaliyetler yürütmektedir.
Yunus Emre Enstitüsü, Türk dili, tarihi, kültürü, sanatı ve müziği alanlarında yetkin akademisyen ve araştırmacıların yetişmesine katkı sağlamayı; sertifika programlarıyla eğitim-öğretim uygulamalarını gerçekleştirmeyi de hedeflemektedir.
Yunus Emre Enstitüsü yurt dışında çeşitli ülkelerde açacağı Yunus Emre Türk Kültür Merkezleri ile Türkiye'nin, Türk dilinin, kültürünün, sanatının ve tarihinin tanıtılması adına çalışmalar yapmaktadır. Yunus Emre Türk Kültür Merkezlerinde bilimsel projeler, kültürel etkinlikler ve kurslar aracılığıyla bir taraftan Türkiye'nin tanıtımına katkı sağlanırken, diğer taraftan Türkiye ile diğer ülkeler arasında dostluk pekiştirilecek ve kültürler arasındaki münasebetler arttırmaktadır.
Yunus Emre Türk Kültür Merkezleri bünyesinde Türkçe dil kursları sayesinde hem yabancı dil olarak Türkçe öğrenmek isteyenlere Türkçe öğrenim imkânı sağlanmış olacak hem de ilgili ülkelerdeki Türk vatandaşlarının, dillerini daha yakından tanımaları temin edilerek, Türkiye ile kültürel bağlarının devamını sağlamaktadır.
Yunus Emre Enstitüsü Köstence’de Karadeniz Sahilinde üç katlı bir binada hizmet veriyor.  İdari birimlerin yanı sıra özellikle dil ve kültürel çalışmaların yapıldığı çok sayıda dersliklerin mevcut olduğunu görüyoruz.  Türkiye’nin büyüklüğü ile orantılı olarak daha büyük bir binanın orada Türk Kültürünü temsil etmesinde yarar olduğunu düşünüyoruz.  En üst kattaki terastan bakıldığı zaman Karadeniz’in  engin sularını ayaklarınızın dibinde hissede- biliyorsunuz.  Ayrıca sahil boyunca uzanan yeşil bir bant sonbaharın ağaçlardaki yansımasını gösteriyor. Ağaçların arkasında da çok yüksek olmayan çoğu iki üç katlı  denize nazır villaları görmek mümkün.
EMEL DERGİSİ
Sovyetler Birliğinin  baskıcı yönetiminde Stalin’in sürgünlerinin yaşadığı yıllarda  var olma mücadelesi başlatan  Necip Hacı Fazıl, Sesini  Emel dergisi ile duyurmaya başladı. Bundan tam 83 yıl önce  başlayan mücadele, bir bayrak gibi ilerliyor. 
Sürgünlere, Hapislere, işkencelere, takiplere rağmen, 83 yıl geçti. Bazen yayınını Türkiye’de sürdürdü bazen  ara verdi ama Tatar davasının inancının sesi olmaya devam etti.
Heacı Necip Fazıl ile Başlayan Mücadele bugün  Güner Akmolla Hanımefendinin  çalışmaları ile sürüyor. Emel Dergisini Yakın Akrabası olan Hacı Necip Fazıl’dan devralan Akmolla,  dergide ki emeği 10 yıla ulaştı. Bu sebeple de  bu 10. Yıl jübilesini gerçekleştirdi.
Köstence Yunus Emre Enstitüsü toplantı salonunda yapılan Jübileye Türkiye’den eşim ve ben, ve Romanya’nın en uzak köşelerinden ve Köstence’den çok sayıda  Şair, Yazar ve gazeteci katıldı. Bunlar arasında  Geçtiğimiz yıl Türkiye’yi ziyaret eden bu sırada Erzincan’a da gelen  Marius Cheleru’da var. Marius,  Romanya’nın kültür Başkenti olarak kabul edilen İasi’den geliyor. İasi  Romanya’nın kuzeyinde  ve Moldova sınırına yakın bir bölgede. 500 Kilometrelik bir yoldan geliyor ve Programa katılıyor.
Yunus Emre Enstitüsü Köstence Türk Kültür Merkezi, 12 Ekim 2013 tarihinde yapılan jübimleye üç ayda bir çıkarılan 'Emel/ İdeal' isimli iki dilli kültür dergisinin 10. yıl kutlamalarına ev sahipliği yaptı.
Merkez binasında gerçekleşen programa görevine yeni atanan Türkiye Cumhuriyeti Köstence Başkonsolosu Ali Bozçalışkan, Muavin Konsolos Özgen Topçu, Eğitimci - yazar Güner Akmola, ile birlikte çok sayıda Romen yazar, şair ve basın mensubu katıldı.
Açış konuşması Yunus Emre Enstitüsü Köstence Türk Kültür Merkezi Eğitim Koordinatörü Mete Yusuf Ustabulut tarafından gerçekleştirildi. Ustabulut konuşmasında, Romanya Türkleri hakkında bilgiler vererek Emel Dergisi'nin çıkarılma amacını açıkladı. Romanya'daki etnik farklılıkların kültürel zenginliği oluşturduğunu belirterek Yunus Emre Enstitüsü Köstence Türk Kültür Merkezinin bu zenginliğe her türlü desteği verdiğini ifade etti.
1930’dan 80’e kadar gelişmeleri, sürgün olayları dahil pek çok konuda halkı bilgilendirdiğini ifade etti. Ustabulut konuşmasında EĞmel Mecmuasının  türk dünyasının  vicdanı olduğunu, İsmail Gaspıralının “Kırımda asırlarrın aşındıramayacağı bir  dergi kuruldu. Türk aleminin ayak seslerini  hatırlatıyor,  Türk zekasının yeni bir Tac Mahal’i” olduğunu ifade ediyor.
Türkiye Cumhuriyeti Köstence Başkonsolosu Ali Bozçalışkan ise Emel Dergisi'nin yayımlanmasında emeği geçenlere teşekkür ederek başladığı konuşmasında Yunus Emre Enstitüsüne bağlı olarak faaliyetini yürüten Türk Kültür Merkezi sayesinde  Türkçe öğrenme oranının Romanya`da arttığını belirtti. ‘‘Biz nasıl Türkiye Cumhurbaşkanlığını temsil ediyorsak Yunus Emre Enstitüsü de burada Türk kültürünü ve dilini temsil etmektedir’’ diyen Başkonsolos Bozçalışkan Merkezi maddi manevi her konuda  destekleyeceklerini de ifade etti. Bozçalışkan konuşmasının sonunda yayın hayatında 83 yaşına basan Emel Dergisi’ne Türk diline ve kültürüne yaptığı yardımlardan dolayı teşekkür etti. “Görevimin üçüncü günündeyim.  Sizlerle birlikte olmaktan mutluyum.  Emel dergisinin yayın hayatına başlamasının 83b. Emel dergisinin son on yılını yayınlayan Güner Akmolla’ya Türk diline yaptığı hizmetlerden dolayı teşekkür ediyorum.  Bu açıdan Yunus Emre Enstitüsünün faaliyetlerine dikkat çekmek istiyorum. Bu enstitüsünde  Türkçe öğrenenlerin sayısı önemli ölçüde arttı. Bu öğrencilerin yüzde altmışının Rumen olması dikkat çekicidir.  Almanların Goethe, Fransızların Cervantes enstitüsü gibi Türkiye de Yunus Emre Enstitüleri  ile bu çalışmalarını sürdürmektedir. Devlet olarak kurumlarımız arasında bir ayrımımız yok. Yunus Emre Enstitüsü  devletimizi temsil ediyor. Yunus Emre Enstitüsüne destek olacağız. Etkinliklerinize kalacağım.  Soydaşlarımıza ve  Romen vatandaşlarına mesaj vermek istiyorum.  Romen vatandaşlarının kendi içlerinde gelişmelerini sağlamak istiyoruz. Yeni bir yön vermek diye bir faaliyetimiz yok. Köstence’de yeni bir yaşam modeli oluşmuş. Anayasal hakların korunması konusundaki çabalarımız tem amacımız olacaktır.  Bu alanda Romen makamlarının toleransına teşekkür ediyorum.  Bu genel ve ikili siyasi ilişkilerimizin sonucudur. Ülkemler arasında  ilişkilerimiz çok iyi.  Bu yıl diplomatik ilişkilerimizin 135. Yılını kutluyoruz.   Ortak vatan Romanya’dır. Bunun kıymetini bilelim, birlik içinde yaşayalım. Bir Özbek atasözü var. Vatanı olanın bahtı, çok çalışanın tahtı olur. Bu ilke çok önemlidir. Vatanımıza sahip çıkalım ilerleyelim.  Başkonsolos olarak kapımız açık, sizi dinleriz, problemlerinizi çözeriz. “ Şeklinde konuştu.
Programda daha sonra Emel Dergisinin Editörü Güner Akmola tarafından bir sunum yapıldı. 10 yıllık süre içinde 355 siyasi, ilmi ve tarihi makaleyi, 120 şiir ve 56 hikâyeyi okuyucularla buluşturan Emel Dergisi katılımcılara ayrıntılı olarak anlatıldı.
Güner Akmolla ise yaptığı konuşmada  “  Benim için önemli bir an. Emel,  dergisi 10 yılını tamamladı.   Romen tarihini gösterdi. Türkiye’ye giderken İsmail Otar Bey dedi ki “Dergiyi Türkçe ve Tatarca olarak çıkar” Biz de dedik ki,  Romanya’da yaşıyoruz. Bu yüzden Romen ve tatar dilinde çıkardık.  Halkımızın problemlerini  sıkıntılarını yazdık ifade ettik. Yunus Emre Enstitüsü  bize çok destek verdi.  Bu jübileye Türkiye’nin ta doğusundan katılan  ve Kitaplarını  tercüme ettiğimiz, Halil İbrahim Özdemir ve Eşi Semra Hanıma  bu ziyaretleri sebebiyle teşekkür ediyorum.