İnsanın huzur ve saadetini teminat altına alan değerlerin dupduru bir vicdan, yüksek ahlak, fazilet, merhamet, erdem ve karnına girip çıkana dikkat etmesidir denildiğinde, herkes hemfikir.

            Fakat bugün insanlığın yaşadığı açmazların, sıkıntıların ana nedeni de yukarıda saydıklarım.

            İnsanların birbirlerine karşılıklı üst perdeden saygı göstermelerini zorunlu hale getiren bağlar çıkar ilişkisinden kaynaklanmıyor ise, bu keşmekeşliğin nedeni ne ? Hürmetin ve saygının sebebi, gerçekten hürmete layık olanın ayırt edilmesini sağlamak mı, yoksa belirli makamlara ve yerlere gelmek için mi?

            İyi bir insan olma hissiyatından mı kaynaklanıyor bu hürmet.

            İyi insan olma hissiyatından kaynaklanmıyor ise, kuvvetlinin hakka ve adalete boyun eğmesi nasıl sağlanacak?

            Kuvvetli daima haklı mı olacak?

            O halde sorun nerede?

            Ölümü, acziyeti ve cehaleti tedavi etmeyi düşünmek istemeyen insanların kahır ekseriyetinin bu konular üzerinde düşünmemeye karar vermiş olmalarıdır.

            Çareyi, Ölüm gibi kendisine sıkıntı verecek üzecek şeylerin konusunu etmemekte bulmuş görünüyorlar.

            Hastalıklı düşünme ve hastalıklı konuşmaya alışık hale gelen insanlarda her yol meşru olunca ve sayıları da her geçen gün arttıkça, toplum tarafından da hüsn-ü kabul görüyor ise, işte asıl toplumsal çöküş başlamış demektir.

            Meselenin kaynağı insan olunca, çözüm de yine insan olacaktır. Kanunlar ve Yasalarla toplumsal ilişkiler ne kadar istenilen düzeye getirilmek istense de, insan bu kanunların ve yasaların bir boşluğunu bulup birçok cürümü işleyebiliyor. Böylesi bir toplumda insan insanın kurdu olmaya devam ediyor.

            Bir doktor düşünün hangi otokritikle, vicdani değerleri ile hiç olmayan hastalığa teşhis koyup, sonra tedavisi için ona, tarlasını, arabasını, ineğini sattırmayacak, bir müteahhit hangi değerlerle, demirden, çimentodan çalmayacak, bir devlet memuru hangi hissiyatı ile rüşvet almayacak, altındaki makamı şahsi egolarını tatmin aracı olarak kullanmayacak, bir oto tamircisi hangi kıstaslara göre gelen müşteriye devasa masraflar çıkarmayacak, kim hangi hissiyatla sattığı süte yarı yarıya su katmayacak, domates üç günde, patlıcan beş günde kızarmayacak, baklavaların içine fıstık yerine bezelye konmayacak, belki bir haftada kazanması gereken parayı bir günde kazanmayacak, gösterişli meyveler-sebzeler üstte, çürükleri altta olmayacak, hangi hissiyat hangi kanun, hangi yasa, hangi zabıta buna engel olacak? Kanun ve yasa koyucu insanın içinde olmadıktan sonra.

            Devasa binalar yükseliyor gökyüzüne doğru. Kim düşünecek akşam evine götürdüğü ekmek alın teri ile ıslanmış mı diye. Sen dün iki liraya sattığını bugün sabah yedi liraya satmaya çalıştığında ben mağdur olmuyor muyum? Benim mağduriyetimi giderecek bir merci olmayacak mı?

            Şayet olmayacak diye düşünüyor isen son espriyi unutmuş olmalısın.

            Ölüm sobeler insanı…

            Seni yoktan var eden, tehir eder mühlet veriri ama asla ihmal etmez: Bunu bilmiyor olamayız.

            Sırtına giydiği haram elbise, midesinde haram yoldan sağlanmış bir lokma ile hayatını devam ettiren insanın vicdanı bir türlü huzura eremeyeceğinden, o beden de, ondan gelecek nesilde sıhhatli olmayacaktır. Helal lokmanın kaybolması, marifet ve hakikatin de kaybolması demektir ki, nefis azmanlaşacak ve hep daha fazlasını istemeye devam edecektir.

            Hz.Ömer (Ra.) Bir gün yanlışlıkla devlet hazinesine ait olan bir zekât devesinin sütünden içmiş, onun milletin malı olduğunu fark eder etmez, hemen parmağını gırtlağına götürerek istiğfar etmiş ve o haramın kana karışmasına ve bedenin bir parçası hakline gelmesine engel olmaya çalışmıştır.

            Meşru olmayan arzu ve hevesat bataklıklarını kurutma ameliyesine her günkünden daha çok ihtiyacımız var.

            Ev sahibi değil, kiracı olduğumuzun farkına varalım.

            Tutku ve ihtiraslarımızı, egolarımızı zararsız hale getirerek kontrol altında tutmak için, İlahi hükme kulak verip, yalnızca üç gün yaşayacak ömrümüz kalmış gibi davranalım.

            Son cümle ne kadar ürkütücü değil mi?