“Zamanın birinde bir şeyh varmış. Şeyhin çok safi ve samimi bir müridi varmış. Namazları birlikte kılar, yemeği birlikte yer, elhasıl her şeyi birlikte yaparlarmış. Bir gün bu safi ve samimi mürid, şeyhine demiş ki: -efendim, ben tek başımayım. Yalnızlıktan çok sıkıldım. Lütfen bir keramet gösterinizde etrafımız kalabalıklaşsın, müritleriniz çoğalsın, cemaatimiz artsın.

Şeyh, bu saf müridine cemaat kalabalıklaşıp müritler çoğalınca eski muhabbeti bulamayacağını, kendisine ayrılan sürenin oldukça azalacağını anlatmaya çalışsada müridini ikna edememiş. Pekiyi evladım diyerek bir gün yolda gördüğü bir kalabalığın gözleri önünde bir serçe gelmiş mürşidin eline konmuş. 

Mürşit tutmuş serçeyi ve bacaklarından ikiye ayırıvermiş. Bunu gören ahali “Aaaaaaaaaa” diye kızgınlıkla nida etmiş. Mürşit ise nidalara aldırmadan sakince,  birleştirivermiş iki parça halindeki serçeyi ve açmış elini uçuvermiş serçeyi havaya. Bu duruma şahit olanlar bu sefer “Aaaaaaaa” diye şaşkınlık nidası çekmişler ve ağızları açık baka kalmışlar. Akşama kadar da olayı her gördüklerine anlatmışlar.

Tabi bunu gören kalabalık şeyhin peşine takılmış. Şeyh bir anda meşhur olmuş. Artık çok kalabalık bir dinleyici kitlesi oluşmuş. Namazda cemaat sokaklara taşar olmuş. Günler aylar böyle giderken, bizim saf ve safi meşrep mürid şeyhine bir türlü ulaşamıyormuş. Çünkü kalabalık yüzünden ulaşması imkânsızmış. Şeyhin etrafı yeni ve keramet hayranı müritlerle örülmüş. Bizim saf ve safi mürid bu kalabalığı yarıp şeyhine ulaşamıyormuş.

 Bir gün kan ter içinde bir şekilde şeyhine ulaşmış, yalvararak: -efendim, ben hata etmişim, eski günlerimizi özledim. Meğer sizinle birlikte olmak ne büyük nimetmiş. Ben bunu idrak edememişim. Ne olur bir keramet gösterinde bu kalabalık dağılsın, eski günlerimize geri dönelim demiş.

Şeyh bu samimi ve safi ve pişman müridinin isteğini kırmamış. Peki, evladım demiş. Bir gün namaz vaktinde imamlık yapmak için mihraba doğru giderken önceden koltuğunun altına sakladığı içi hava dolu bir şeyi koluyla bastırarak, zart-zurt sesler çıkarmış. Cemaat şaşırarak: -bu ne biçim şeyh, milletin gözleri önünde abdest kaçırıyor, hem de abdestsiz namaz kıldırmaya gidiyor, diyerek şeyhi terk etmişler. Saf ve safi mürid şeyhiyle yine baş başa kalmış. -efendim bu olanların hikmeti nedir diye sormuş: Şeyh gülümseyerek: -evladım tükürükle gelen, üfürükle gider, bu kadar basit demiş.” (Alıntı)

Geçtiğimiz hafta ülke olarak, sahte bir şeyhin küçük bir kız çocuğuna yaptığı taciz üzerinden tarikatları tartıştık. Bilen de bilmeyen de ahkâm kesmeye kalkıştı. Her kafadan bir ses çıktı. Sonunda DİB bir açıklama yaptı ve Cuma hutbesinde konu gündeme getirilerek son noktayı koydu.

Elbette yüzyıllardır kurumsallaşarak günümüze kadar ulaşan bir mevzuda son noktanın konulması mümkün değildir. Bu ve benzeri konular daha çok su götüreceğe benzer. Ancak her şeyden önce, böylesine hassas bir konuda tanımlama ve genelleme yapmak sağlıklı bir yaklaşım değildir.

Nasıl ki herhangi bir kurumda meczup ve hasta ruhlu insanların yaptığı hatalar o kuruma mal edilemiyorsa, yüzyıllar içerisinde İslam’ın irfanî boyutunu içselleştiren tasavvuf kurumunun da toptancı bir yaklaşıma tabi tutulması kabul edilemez.

İslam’ın hangi referanslar üzerinden temsili ve tebliği tartışılabilir, ancak bunu erbabı yapmazsa, kaş yapayım derken göz çıkarma gibi korkunç bir hataya da düşülebilir. Kaldı ki gördüğümüz kadarıyla bu durumdan samimi tasavvuf çevreleri de oldukça rahatsızdır.

Tasavvuf konusunda ehlinin de mustarip olduğu tartışmalı pek çok mevzu vardır. İlim, irfan yeterliğinden tutun da mürit-mürşit ilişkilerine kadar; ehliyet ve liyakatten kurumsallaşmaya kadar yüzlerce mevzu tartışılırken, toptancı bir yaklaşımla hepsini aynı kefeye koymak insafsızlık olur.

Amacı samimi bir şekilde insanlara yaratıcısını tanıtmak ve nefisle terbiye ve tezkiyeyi hedef almış olan, bunu da mistik ve sezgisel yollarla yapmaya çalışan bir kurumun içinde çürük elmalar olabilir. Suiistimal edilmeye de çok açık olan bir alanın önce erbabınca sonra da devlet eliyle denetime tabi tutulması elzemdir.

Geçmişte yaşanan olumsuz örnekler ve hain FETÖ kalkışması, sütten ağzı yanan insanımızı yoğurdu üfleyerek yemeye sevk etmiştir. İnsanlar artık bir oluşuma dâhil olurlarken bir değil belki bin kere düşünerek karar vereceklerdir.

Şunu da unutmamak gerekir ki “Şeyh uçmaz mürit uçurur” derler. Evet, böylesi sahte ve ‘kerameti kendinden menkul’ softaların alıcısı olduğu müddetçe bu tür hadiseler bitmeyecektir. Bu durum da öncelikle din düşmanlarının ekmeğine yağ sürecektir.

“En büyük keramet istikamettir.” Diyen bir zihniyetin takipçileri olarak vahiy ve aklın rehberliğinde dürüst, ahlaklı ve adil bir Müslüman olmak hayat tarzımız olmalıdır. Bu anlamda Hakka giden yolların sayısı kulların nefesi adedincedir.

Tasavvuf erbabının da ifade ettiği üzere, bize uçan- kaçan değil, ayakları yere basan, halkın içinde Hakk’la beraber, doğaya ve insanlara karşı insaflı, adaletli, yardımsever inanç önderleri lazımdır. Bu zamanda böylesini bulmak çok zor diyorsak, aynaya dönüp kendimizi de sorgulamak durumundayız.