İnsan, Rabbinden bir nefes. Mahiyeti hakkında fazla bilgi verilmese de, bu nefes, bu ruh, kendisine dünya cinsinden yapılan sarayda, takdir edilen zamana kadar oturur… Mükellefiyetlerini yerine getirir veya getirmez,  bu konuda serbesttir. Tayin edilen zaman gelince de, nefes sahibinin emriyle alınır, götürülür bizce mahiyeti, bildirildiği kadar bilinen alemlere…
 Kullar için; Ala-yı illinden,  esfali-safiline kadar mekanlar, makamlar var. Ayak bağlarımız olan dünyevi arzular ve nefsi tutkular nedeniyle, yukarılara doğru çıkamasak ta, aşağıların aşağısına düşmemek için azami gayret göstermeli. Acz, fakr, tefekkür ve şükür insan için çıkılabilen, çıka bilen için ulvi mertebeler. Acz ve fakrını bilemeyen, başı hep yukarılarda olan, tevazudan nasiplenemeyen, çaresizliğini ve yalnızlığını iliklerine kadar hissedip, sığınılması gereken makama sığınmayan, ne oradan- buraya sürükleyen fırtınalardan kurtulabilir ve ne de şefkat ve tefekkür ün kokusunu alabilir….İnsan eğer, kulluk makamında, karanlıklar ve yokluklar içerisinde, ünsiyet edilip, varlık alemine çıkartılıp, insan yaratılmasının, Rabbini bilip, şükretmek gibi çeşitli nimetlerle donatılmasının farkında olmazsa,kendisine kutsi makamlarda dolaşma fırsatı asla verilmez. Kendini bilemeyen, kendinin farkında olmayan, hiçbir şeyi, hele Rabbini gereği gibi hiç bilemez. Kendini de emaneti de zayi eder.
Yusuf kıssasında öne çıkan belki, Züleyha nın kendini yakan aşkı. Neticede maşukunu elde edemeyince zindana attıran karşılık bekleyen sevgisi ama Hz.Yakup un (a.s.) şefkati ve durduğu yer ne kadar da yüksek…..Züleyha nın aşkı onu tutuklayıp, tutsak ederken, Yakup un karşılıksız sabrı ve evladına olan şefkati, gözlerine mal olsa da, bulunduğu makam da onu demlendirip ve kilometrelerce öteden “ beni kınamayın Yusuf umun kokusunu alıyorum” diyerek, şefkat makamında evladının kokusunu almış, hem gözlerine hem de oğluna kavuşmuştur….Bu hadiseler bize, Kur-an kıssalarında, hikaye olsun diye anlatılmamış. Önce kulluğumuzun, misyonumuzun farkına varıp, orada yüklenip,  kendimizi bulup, acz ve fakirliğimizi hissedip, tefekkür ve şefkat gibi birbirine açılan alemlerde dolaşıp, kulluğun lezzetini tadarak, kendimize insanlık aleminde yer edine bilmek, karlı çıkmak için, sayu- gayret göstermek ve ibretialem için lütfedilmiş kıssalar…..
“Dünyanın en büyük nimeti, çile ve sıkıntılardır” diye dile getirmiş, İmam Rabbani Hazretleri. Bizim felaket olarak gördüğümüz dert, hastalık, çile nasıl nimet oluyor? İnsana kendi asli mahiyetini nasıl hatırlatıyor, durup düşünmeli…. Durduğumuz yeri tartışmalı ve kımıldanmalıyız. Dert, sıkıntı ve çilelerin Yaratıcıya sığınma, O nu anma, O nu bilme. Ondan kesintisiz yardım dilenme, acz ve fakrı sürekli hale getirip, Rabbiyle sürekli irtibat oluşturduğundan, Nimetlerin ise, şükür kapısını açmamışsa, gaflete, rahatlık ve daha fazlasını isteme yüzsüzlüğüne götüreceğinden, İmam Rabbani gibi dahi kullar dert ve sıkıntıyı, nimetlerden efdal nimet bilmişler, hep bu hal üzere yaşamışlar…….
Durum böyleyse; Biz nerdeyiz, ne haldeyiz, ne yapıyoruz, ne yapmalıyız, Allah a kulluk noktasında. Verilen nefes henüz alınmadan.....