.

Ünlü romancı Tolstoy Hacı Murat adlı romanının girişinde küçük bir hikâyecik anlatır:

Kahramanımız tarlalardan geçerek evine dönerken rengarenk çiçekleri görür ve koparır. Çeşit çeşit çiçeklerden bir demet yaparak ilerlerken bir hendekte, olağanüstü güzel, kırmızı renkte bir devedikeni görür.

Onu da almaya çalışır ve beceremez. Sonunda eline sardığı bir mendille dikenlerin acısına aldırmadan onu da koparmaya başlar. Sapının liflerini teker teker kopararak güç bela elde ettiği çiçeğin lime lime olduğunu görür.

Yerinde iken çok güzel duran narin çiçek şimdi diğer çiçeklere hiç uymaz. Bu arada;

Ne kadar büyük bir gücü ne kadar büyük bir yaşama isteği vardı!.. Canını kurtarmak için nasıl da çabalıyordu!.. Hayatını ne kadar pahalıya mal etti!” diye düşünür.

Sonunda büyük bir pişmanlıkla, hem o güzelim çiçeğin vatanından koparılmasına hem de kendi ellerini kan revan içinde acıttığına dair derin bir ‘ah’ çeker.

Kıssadan hisse; Merhamet yoksunları, Sevgili Dedesinin vatanında huzur içinde yaşayan ve insanlara huzur dağıtan Şehitler Serdarının mübarek başını kopardılar Kerbela’da.

Haklarında “Onlar benim dünyada iki reyhanımdır.” Buyrulan iki reyhandan birinin o gül yüzlü çehresi solduruldu acımasız ellerce.

İleride çok büyük pişmanlık duyacakları alçak bir hadiseyi işleyerek hem o mübarek dalı gövdesinden koparacaklar hem de o pis ellerini kana bulayacaklardı.

Çöle inen nurun karartılması için hain eller yine işbaşındaydı. Karşısındakilerin Peygamber Torunu ve Nesl-i Pak Ehl-i Beyt Yarenleri olması umurlarında değildi.

Oysa ki O mübarek insan, ümmete emanet olarak bırakılmış, yerinde ve zamanında insanlığa çok yakışan bir peygamber gözdesiydi.

Kendi nefsinden çok yine ümmeti düşünerek onların cehenneme gitmelerini önlemek adına diplomatik mekiklerini son ana kadar sürdürmeye devam ediyordu.

Ne ki kalplerini ve zihinlerini dünyalık ikbal ve saltanatın bulandırdığı vefasız güruh, doğruları bile bile kılıçlarını o güzide zevata uzatmaktan geri durmayacaklardı.

İmam, her fırsatta onlara gerçeği hatırlatacak, yaptıkları ihanet ve kahpelikleri yüzlerine şamar gibi vurmaktan geri durmayacaktı.

Ancak nafile; kurt kuzuyu kapmaya öyle bir niyetliydi ki suyu kimin bulandırdığının artık hiçbir ehemmiyeti kalmamıştı.

Hüseyin Efendimiz için iki seçenekten başka bir yol bırakmamışlardı: Ya zalimlere boyun eğip zillete düçar olacak, ya da sonunda ölüm de olsa izzetli bir duruşu koruyacaktı.

O zor olanı seçecek, mübarek ceddi gibi “zalimlerle yaşamaktansa izzetli bir ölümü yeğlerim” diyecekti.

Bu tavır ümmete hiç yabancı değildi. Alemlere rahmet olan Kutlu Nebi de “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır” buyurmamış mıydı?

Şah-ı Merdan İmam Ali de “Haksızlık karşısında hakkını aramayan hakkıyla birlikte şerefini de yitirir” dememiş miydi?

Şimdi hak arama sırası Yiğitlerin Efendisi İmam Hüseyin’deydi. O tehlikeli yola sakın gitme diyenlere; “Ben ceddimin ümmetini ıslah etmek, iyiliği emredip kötülükten sakındırmak için gidiyorum.” diye cevap veriyor, ümmetin ihyası için kendi bedenini imha ediyordu.

O, kendisinin bu mücadeleyi vermezse bundan sonra kimsenin zulme karşı adaleti ve hürriyeti savunamayacağını çok iyi biliyordu.

Ve O’ndan bize kalan; “Zulüm ile abad olanın sonu berbad olur.”

Bin kere mazlum olsan da bir kere zalim olmaya yeltenme”

Zulüm kimden gelirse gelsin kime yönelik olursa olsun zalime karşı mazlumdan yana olmak esastır.”

Sözün özü; “Zulüm bizdense ben bizden değilim” vesselam…