Erdemli insan denilince aklıma ilk gelenlerden birisiydi. Soyadı gibi güvenilir ve HatuşunAbbekir Emmisi olarak bilinirdi.

8 çocuklu bir ailenin babası olarak sabahtan akşama kadar tarla, bağ, ahır işleri ile uğraşır; çocukları bir şeylerden geri kalmasın diye durmaksızın koşturur, eşi Saime hanım ile birlikte sessiz sedasız geçinip giderlerdi.

Şahsen şahit olduğum 20 yılı aşkın komşuluğumuzda beşeri hak, hukuk ve münasebetlere ne kadar riayet ettiğini gözlemleme fırsatım olmuştur.

O yıllarda yoksulluk  her aileye zaman zaman misafir olurken Ebu Bekir Emmi için ise neredeyse her gün ev sahibi gibiydi.

Para ekonomisinin gelişmediği o dönemlerde, berberlik mesleğine soktuğu çocuklarının geliri ve kıt miktardaki toprağından aldığı mahsul 10 kişilik nüfusun hayati ihtiyaçlarına güç bela yetmekteydi.

İşte bu ahvaldeki Ebu Bekir Emmimiz Cimın’in (şimdiki Üzümlü) hayatla en barışık insanları arasında yer alıyordu.

Teknik elemanın pek olmadığı 70 ve 80li yıllarda nereden ve nasıl öğrendiğini bilemediğim elektrik ustalığıyla da toplumda ayrıcalıklı bir yeri vardı.

Evlerine yeni yeni elektrik çekmeye çalışan komşularının imdadına yetişir, kablo döşer, sık sık atan sigortaları değiştirir, çocukça ve hayranlık dolu bakışlarımız arasında kavak yüksekliğinde elektrik direklerine çıkarak arızaları giderir, bizleri bir ağabey edasıyla tehlike konusunda samimice uyarırdı.

Tabii bu işlerin karşılığında para ödenmez; bazen içten bir teşekkür, bazen hazırlanmış samimi bir yer sofrası ile helallik alınır ve bu katkı komşuluk hakkına sayılırdı.

Hayat meşgalesinde omuzlarına dağ yüklenmişçesine ağır ağır yürürken bile yüzünde hep bir tebessüm vardı. Selamlamadan geçtiği her insanın üzerinde kul hakkı olduğu düşüncesiyle büyük küçük karşılaştığı herkese selam vermeyi bir borç bilirdi.

Tahsil yapıyor olmamın da muhtemel etkisiyle karşılaştığımız ortamlarda bana hususi ilgi gösterir; önce hal hatır eder, derslerimi sorar, cevapları dikkatle dinledikten sonra kısa birdua faslıyla Allahaısmarladık ederdi. Ortaokul yıllarıma denk gelen bu sohbetler; kendimi değerli hissetmeme, onur duymama vesile olurdu.

Evde tandır yakılıp ekmek pişirilemediği nadir günlerde Bekir Emmi o dönemde lüks hayatın bir parçası kabul edilen fırın ekmeğinden(somun) 9-10 tane yüklenir ve yol boyu karşılaştığı her çocuğa “kokusu hoşuna gitmiştir” diyerek bir parça koparıp vermeyi görev bilirdi. Böylece de neredeyse iki somunun sonu gelmiş olurdu. Anadolu irfanı olarak bilinen ekmeğini bölüşmek dedikleri işte böyle bir şeydi ve dünyanın başka yerlerinde pek de rastlanılan bir durum değildi.

Kendisini ‘ti’ ye almaya çalışan komşu köyün ‘beg’ diye bilinen toprak zenginlerine verdiği zeka dolu nüktedan cevaplar veciz halinde dilden dile halen dolaşmaktadır.

Yaradana karşı hep şükür, insanlar arasında ise hep sükun halinde olan Bekir Emmi’nin en büyük dert ortağı tablasından çıkararak baş ve işaret parmakları arasına yerleştirip aheste aheste sardığı tütünüydü. Asla kullanmadım diyebileceğim ve kullanan herkesi de uyarmaya çalıştığım sigara bile Bekir Emmi’de sanki farklı bir anlam kazanıyordu. İçi tütün dolu olan sigara kağıdını sarmalar ve özenle yapıştırır, cebinden çıkardığı imalat tarihi meçhul fitilli çakmağını yakar, çektiği derin nefes ona mutluluk verirdi. Yüzüne hep yakın tuttuğu sigarasına gülümseyen gözleriyle bakar, kıvrım kıvrım yükselen dumanıyla adeta sessizce muhabbet kurardı.

Parkta, kahvehanede otururken cebindeki son para ile, selam veren birilerine çay ısmarlamaya her zaman hazır sayılırdı.

Cimin’de yüzyıllara dayanan, yolu düşen birini bağa bahçeye götürüp ikramda bulunma geleneğini devam ettirenler arasında yerini her daim koruyordu.

Hiç unutmam üniversite kazandığım yıldı, 1987. Orman İdaresi Sansa Boğazı iç kısım derelerinde yaşlı ağaçları toprak hizasında keserek köklerinden tazelenmesini sağlayacak şekilde bir orman yenileme çalışması başlatmıştı.

Gurbete gitmeden önce anacığımın kışlık odununu hazır etme arzusuyla orman idaresine abimle birlikte başvuru yaptık. Tabii, Bekir Emmim de istekliler arasındaydı.

Günü gelince birkaç parça eşyamızla, bir kamyonun sırtında dağ yolculuğuna başlamış olduk. Derin vadi yamacının tam ortalarında orman yolu açılmış, her taraf göz alabildiğine pelit ağacı ile kaplı…

Alan taksimatı yapılırken yetkili kişi orman yolunun üst tarafını daha etkin ve yakın olduğu kişilere, alt tarafı ise yaşı 60a dayanmış Ebubekir Emmi’ye, bize ve bir grup ses çıkarmayacağını düşündüğü gariban insana vermeyi tercih etmişti.

Aslında adalet herkese yolun hem üst kısmından hem de alt kısmından yer verilerek kolaylıkla sağlanabilirdi. Ama olmadı. Bu durumda yol altında yer alanların hazırladıkları yaş odunları sırtlarında yukarı taşımaları gerekecekti.Ormandaydık ve uygulama adeta orman kanununa göre şekilleniyordu.

Herkes kendi bölgesinde naylon ya da bez parçalarından derme çatma kulübelerini oluşturmaya koyuldular. İmkân ve becerileri ölçüsünde kalınacak yerler hazırlanmış; kamyon sırtında getirilen kilim, battaniye ve yorganlarla yatılacak yerler hazırlanmıştı. Bizim çadırımız da Ebu Bekir Emmi ve abim Mahmut ile birlikte 3 kişilikti.

Sıra, günün telaşı ve yorgunluğu arasında yemek hazırlamaya gelmişti. Ocaktaki ateşi harlama ve yemeği yapma benim görevimdi. Bir yandan eşsiz güzelliğe sahip vadileri izliyor, ılık ılık esen meltemin getirdiği orman havasını ciğerlerime kadar çekiyor diğer yandan da tencerede makarna pişiriyordum. Malzeme lazım oldukça çadırımızın küçük kapısından rükû halinde içeri girip bir şeyler aramak bile bana ayrı bir huzur veriyordu. Makarnayı tencere kapağı yardımıyla süzüp bir de yağ ekleyince hayatımın en lezzetli yemeklerinden birini hazırlamış gibi hissettim. Pınardan getirdiğim içimi harika sudan bir de paşa çayı demleyip içine birkaç tutam kekik ve yavşan otu atınca mutluluğum daha da perçinlendi.

Ertesi günün çalışma planı yapılırken güneş, uzun bir yaz gününün bezginliği içinde dağ zirvelerine son dokunuşlarını yaparak adeta vedalaşır halde dinlenmeye çekiliyordu.

Önce alaca bir karanlığa, sonra mehtabın en güzel hali eşliğinde milyonlarca yıldızın oynaşmasına sahne oluyordu gökyüzü. Bazı yıldızlar yerlerinden bıkmış olacak ki füze hızında kayıp giderken; gündüz özenle tutuşturduğum ateşin son kıvılcımları rüzgârın da etkisiyle havada helezonlar çiziyor, yıldızları adeta yanlarına davet ediyorlardı.

Yakın çevremizden gelen hışırtı sesleri ve ağaçlar arasından görünen parlak gözleriyle tavşan, tilki, sansar gibi orman sakinleri merakla bizleri izliyordu. Gecenin tek ürpertisi vadinin karşı yamaçlarından gelen acayip uluma sesleriydi. Bunlardan bazıları; kurt, çakal vb. gibi ayırt edilebilirken gizemini koruyarak meçhule karışıp giden sesler de vardı.

Vakit epeyce geçmiş, günün yorgunluğu göz kapaklarımızda karşı konulamaz bir ağırlıkla kendini göstermeye başlamıştı. Uyuma planını Bekir Emmi yapıyordu. Abim çadırın en dibinde, ben ortada, kendisi ise çadır girişinde uzanacaktık. Baltalarımızı başucumuza koyup son kontrollerimizi yaparken abim neden bu şekilde yerleştiğimizi gayri ihtiyari sorunca emmimiz: “ Ben yaşımı almış adamım, gece bir tehlike olursa önce ben karşılarım. Orta daha korunaklı, Mehmetali gurbete okumaya gidecek, burada yatsın.” diye açıklama getirdi.

En sağlam yeri dahi ince bir naylon parçası ile çevrilmiş olan barakaya yabani hayvan ziyareti olsasanki, nerede buranın kapısı diyerek oraya yönelecekmiş gibi kendisini kapının ağzına koyması, hem henüz pek hayat tecrübesi olmayan bir genci rahatlatma bilgeliği hem de tehlike anında kendini ön plana atma erdemliğini taşıyordu.

İşte ben böyle insanlara “Anadolu gibi adam” diyorum.

Ertesi güne uyanırken doğanın en saf halini sabahın ilk ışıklarıyla görmüş oldum. Ormanın gerçek sahipleri yıllar boyu yaşadıkları bu yerlere bir tek çöp dahi atmamışlar. Hiç kirletmemişler; etrafta ne bir poşet, ne bir şişe ne de başka bir atık… Göz alabildiğine orman, birbirine varoluş vazgeçilmeziyle bağlı çeşit çeşit hayvanlar ve tatlı nağmelerle akıp giden, ortama can veren nazlı bir pınar…

Üç dört gün su gibi akıp geçti. Ağaçlar kesiliyor, orman temizleniyor, etrafta ağaçların yenilenmesi için iyi niyetle vurulan balta seslerine arada bir efkâr kokan türkü nağmelerine karışıyor. Uzaklardan gelen “ Çay hazır, buyurun dostlar” daveti yeni bir yönelişin adresi oluyor.. Kısa bir hoş beş sohbet, bir iki bardak muhabbet çayı, sonra herkes işinin başına dönüyordu.

Biz de, Bekir Emmi de kendi alanımızın kesim ve temizleme işini tamamlamıştık. Sıra çalı çırpı ve odunları urganla bağlayıp arabaya yüklenecek alana kadar taşımaya gelmişti. Gel gör ki bizim odunların en kalitelisi vadinin neredeyse en derin yerindeydi. 100 metreyi aşkın dik bir vadi tabanından yaş odun çıkarmak tam bir güç, kuvvet ve sebat işiydi.

Tam da o günlerde abimde baş gösteren burun kanaması sık sık tekrar ediyor ve gücümüz iyiden iyiye kırılmış oluyordu. Yamacın üstte kalan tarafındakiler odunları yükleme alanına doğru yuvarlayarak indirirken,yolun alt tarafında kalan bizler odunları sırtımızda çıkarmak zorundaydık. Kurt adaletinden daha beter olan bu durum yan komşumuz -dağ misali- Haydar Dayının yük altındaki çaresiz bakışlarında, Bekir Emminin uzaktan duyulabilen nefes alışında, alnımdan aşağı akan terlerde, gücü kuvveti ile bilinen abimin burun kanamalarında daha iyi anlaşılıyordu.

En nihayetinde abimle yakın civardaki odunları güç bela yola taşımıştık. Aşağıda kalanlar ise boylu boyunca oldukları yerde yatıyorlardı. Abim, geri kalan odunları artık çıkaramayacağımızı söyleyince Bekir Emmi “Olmaz öyle şey! Emek verip kestiniz, bir şekilde taşıyın.” diye çıkıştı. Abim ise “Benim burnum kanıyor, kardeşime de daha fazla kıyamam” diyerek son sözünü net şekilde söylemiş oldu. Bunun üzerine Bekir Emmi “Yarım tona yakın odun kaldı, ben çıkarırım, sonra da çatır çatır yakarım.” deyince, abim “Sefan olsun, helali hoş olsun Bekir Emmi” diyerek rıza verdi.

Ertesi gün abim, Erzincan’a gidip bir kamyon kiraladı. Yapılan plana göre, yolda ormancıyla ve kontrol noktalarıyla uğraşmamak adına araç; ikindi sonrası yüklenecek, akşam karanlığında da ilçeye girilecekti.

Vakit biraz bol olunca abim, kaptan ile birlikte bir komşu barakasına çay içmeye gittiler. Ben ise kendi barakamızı toplama, etrafta bir şey kalmasın diye kolaçan etme gayretinde idim.

Yükleme vakti gelip,abim kamyonun başına gidince aniden gür sesi yankılandı: “Kim odunlarını bizim kamyona attı gardaşım? Bu kamyonu ben getirdim. Kim ne diye sormadan yükleme yapıyor?”. Böyle bir davranış belki de kavga sebebi olabilirdi. Çünkü araç bulmak oldukça ciddi bir işti. Önce 40-50 km yol aşarak şehre gidip kamyon bulacaksınız; sonra dere, tepe, dağ yollarını geçecek, gece vakti kontrol noktalarını tali yolları kullanarak atlatacak marifetli bir şoför bulup fiyatta anlaşacaksınız. Bunların her biri ayrı bir beceri sayılırdı. Abim bu süreçleri halletmiş ama getirdiği kamyona başkaları kendi yükünün bir miktarını atıvermişti. Tepki gösterip bağırmakta haklıydı ve bir hır gür çıkması an meselesiydi.

Bekir Emmi sırtını bir kayaya yaslamış, bir yandan kısık gözlerle vadiyi süzerken bir yandan da tütününe duman attırarak kıs kıs gülmekte idi. Ben işin aslını öğrenmek için araca doğru yönelirken, Bekir Emmi abime “Mahmuuut! Gel gel, ben biliyorum kimin yaptığını.” şeklinde seslendi.  Abim, suskun ve meraklı bir halde yanımıza yaklaştı. Zira, hazır gelmiş kamyona birileri el koyacak olursa, bunlardan sadece Bekir Emmi ’ye tepki gösteremezdik. Hoş, Bekir Emmi de masrafı bölüşmek adına bir başkasıyla ortak kamyon ayarlayacağını söylemişti. O zaman neden sormadan yükünü bizim kamyona atsın ki?

 İnsanları en iyi yolculukta, gurbette ve alışverişte tanırsın sözü için aslında tüm şartlar bu geçirdiğimiz birkaç günde gerçekleşmişti. Abim sakin bir ses tonuyla “Hayırdır Emmi sen mi attın yükünü bizim kamyona? Hani bir başkası ile araç kiralayacaktın? Vaz mı geçtin?” diye sorunca “Yok yeğenim, planımız halen geçerli. Sizin kamyona attıklarım dere dibinde kırdığınız odunlardı. Siz kırdınız, ben de taşıdım. Bunca yıl hep kul hakkını gözeterek yaşadım hele ki komşu hakkını. Sizin bu kadar emek verip hazırladığınız odunları ben nasıl götürüp kendim yakarım? Bunu bir komşuluk dayanışması olarak görün. Çok bir şey de yapmış değilim. Kaldı ki babanız Hacı Ustanın zamanında gösterdiği diğergamlıklar yanında benim yaptığımın lafı olmaz. Şimdi vakit daha da geçmeden kamyonunuzu el birliği ile yükleme zamanı, haydi gayret bakalım!”

Ah Bekir Emmi; mektep görmemiş, medrese görmemiş, diploma almamış Bekir Emmim… Ve Anadolu kültürünün erdem dolu, iffet dolu, vefa dolu, sadakat dolu, samimiyet dolu, hissiyatı güçlü, gönlü geniş daha nice insanı…

Benim 90lı yıllarda ayrılmak durumunda olduğum bu ortamda, yine Anadolu kültürünün günümüz temsilcilerinden olan abim Mahmut hem baba ocağımızı yıllar boyu canlı tutmuş hem de dostumuz Bekir Emmi ile yakın komşuluğunu devam ettirmişti. Yarım asrı aşkın babadan oğula geçen bu komşulukta ne çocukların bir kavgası ne büyüklerin münakaşası ne de günlük yaşamın en ufak bir dedikodusu vaki olmamıştır.

Son demlerinde kendini iyi hissetmeyen Bekir Emmi’nin birkaç defa hastane ziyareti ve birkaç gün yatakta geçen günlerinin ardından, nihayetinde Saime ablamızın “Mahmut Efendi yetiş, Bekir Emmi ’ne bir şey oldu!” demesi ile dünya yolculuğu tamamlanmış oldu.

Mekânın cennet olsun güzel insan…