.

Yunus’un “Ana rahminden geldik pazara/ Bir kefen aldık döndük mezara!” diye ifade ettiği uzun-ince bir yolculuktayız.

Hay’dan geldik, Hu’ya gidiyoruz.

Kur’an diliyle, “Biz Allah’tan geldik, yine O’na döneceğiz.” (Bakara-156)

Öyle ya da böyle ömür sermayesini tüketiyoruz.

Aşık Veysel’in dediği gibi iki kapılı bir handa gündüz gece gidiyoruz işte.

Ömür öyle ya da böyle geçiyor. Vakti gelen asli yurdu olan dar-ı bekaya göçüyor. 

Lakin şu gök kubbenin altında eser bırakanlar, bedenleri ölse de ruhlarıyla yaşıyorlar.

Biz dünyaya geldiğimizde ağlarken başımızdakiler gülüyordu; Önemli olan, ölüm anında biz gülerken birilerini ağlatabilmektir.

Yani arkamızdan ‘oh’ çeken değil; bırakacağımız boşluğa üzülüp ‘ah’ çeken birilerini bırakabilmek.

Hani şairin, “Ne kendi eyledi rahat, ne âlem buldu huzur/ Yıkılıp gitti cihandan, dayansın ehli kubur” dediği karakterde olmamak.

“Hayvanlarla konuşabilen ve rüzgâra, maddeye hakim olabilme yeteneği ile donanmış Peygamber, Hazret-i Süleyman, bir gün Kudüs’te, çadırında arkadaşları ile oturup sohbet ederken, içeriye bir adam girer. O mecliste oturan bir kişiye dikkat ve hayretle bakarak çıkıp gider.

 Şaşıran adam, Hazret-i Süleyman’a sorar:

 – Bu adam kimdi?
Bu cevabı alan adam müthiş bir paniğe kapılır ve Hazret-i Süleyman’a yalvarır:

  – Ya Süleyman, Azrail bana çok tuhaf baktı. Ne olur beni buradan kaçır. Uzaklara gönder.

 Arkadaşının ricasını kırmaz gül yüzlü Peygamber. Rüzgâr emrindedir ya bindirir rüzgâra ve gönderir Hindistan’a. Adam ertesi gün Hindistan’da birden karşısında, bir gece evvelinden gördüğü ve artık tanıdığı Azrail’e rastlar. Başına geleceği anlar ve konuşur:

  – Anladım, benim canımı almaya geldin. Yalnız bir sorum var, ona cevap ver öyle al canımı, der. Dün beni Süleyman’ın çadırında görünce neden yüzüme hayretle baktın?

  Azrail cevap verir:

– Ben dün senin canını, ertesi gün Hindistan’da almak emrini almıştım. Seni Kudüs’te Süleyman’ın çadırında oturur görünce, ‘Bu adam bir günde Hindistan’a nasıl gidecek?’ diye hayret ettim der.”

Kıssadan hisse, hepimiz ecelimize koşuyoruz aslında. Vaktini bilemediğimiz ecelden kaçılmaz. 

“…Ecelleri geldiği zaman, bir an bile ne gecikirler ne de öne geçebilirler.” (A’raf-34)

Cahit Sıtkı’nın dediği gibi,

“Kim bilir, nerede, nasıl, kaç yaşında? / Bir namazlık saltanatın olacak, / “Taht misâli o mûsâlla taşında.”

Ve ecel, bir gün mutlaka başımıza geleceğine göre hazırlıklı olmak gerekmez mi?

Bir, hazırlıksız yakalanıp yüzümüzü ekşiterek misafiri kerhen karşılamak var.

Bir de hazırlıklı olup tebessüm ederek; “O demde ki, perdeler kalkar, perdeler iner, / Azrail’e ‘Hoş geldin’ diyebilmekte hüner.” sırrınca karşılamak var.

“Ömür bahçesinin gülü solmadan

Uyan gel gözlerim gafletten uyan

Ecel bir gün bize haydi demeden 

Uyan gel gözlerim gafletten uyan.”

Gafletten sıyrılıp gerçeğe uyanmak dilek ve ümidiyle…